KARDEŞ TÜRKÜLER - “ÇOCUK (H)AKLI”
Fehmiye Çelik
“O ‘bir gün'
Yuvalanmış sanki içinizde…
Gelecekte, dediniz -ama ne zaman-
Kim bilir, belki de geçmişte…” (Edip Cansever)
Kardeş Türküler-“Bahar” albümünü sizlerle 2005 yılında paylaşmıştık ve baharın gelişini albümdeki şarkılarla birlikte karşılayalım istemiştik. Acısıyla tatlısıyla aradan tam altı yıl geçti ve bu şarkılar, yaşanan her engele rağmen gelecek güzel günlere olan inancımızı her zaman korudu. Bugün, “Çocuk (H)Aklı” adlı bu albümümüzle sizlere yeniden merhaba demenin sevincini yaşıyoruz.
Bilindiği gibi, yirmi yıla yakın bir süredir bu coğrafyada konuşulan farklı dillerin ve müziklerin içinden sesleniyoruz. Son albümümüz “Bahar” çıktıktan sonra da boş durmadık. Konuk sanatçılarıyla geniş katılımlı, danslı, müzikli Harbiye Açıkhava Gösterileri; yurtiçi ve yurtdışında katıldığımız festivaller; düzenlenen turneler; 2008 yılı Haziran ayında BGST Yayınları tarafından yayınlanan “Kardeş Türküler'le 15 Yılın Öyküsü” adı altında çokdilli ve geniş kapsamlı olarak hazırladığımız kitabımız; Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü (BÜFK) ile birlikte yürüttüğümüz alan çalışmaları derken altı yıl geçiverdi...
Bu arada Kardeş Türküler projesinde önemli sorumluluklar alan bazı arkadaşlarımızın öncüğünde farklı projeler de geliştirildi. Bu yöndeki ilk ürün 2006 yılında, Alevi-Türkmen müzikleri alanında “Feryal Öney/Bulutlar Geçer” albümü ile ortaya kondu. Üç yıl sonra, yani 2009 yılında iki albüm daha BGST etiketi ile müzikseverlerle buluştu. Bunlardan biri Kürtçe müzikler alanındaydı ve “Bajar/Nezbe(Yaklaş)” adıyla yayınlandı. Bir diğeri de Trakya-Balkan-Çingene halklarının müzikal gelenekleri içinden hazırlanan “Gayda İstanbul” albümüydü. Bu süreçte, “Acaba Kardeş Türküler dağılıyor mu?” gibi bizleri şaşırtan sorularla da karşılaştık. Her seferinde, olanaklar çerçevesinde belli alanlarda uzmanlaşma ve farklı deneyselliklerin kapısını aralama amacını güden bu projelerin, aslında bizim BGST bünyesinde yürüttüğümüz çalışmaların birer parçası olduğunu anlatmaya çalıştık. Bu projelerin ve belki de yeni eklenecek olanların önümüzdeki yıllarda da kendi alanlarında yollarına devam edeceğini, her birinin zaten Kardeş Türküler mutfağından da beslendiğini/besleneceğini ifade ettik.
İşte albüm, kitap ve konser hazırlıkları… derken akıp giden zaman içinde, bütün bu projeleri bir sıraya koymak gerekiyordu ve bizler de öyle yaptık. Şimdi, yeni bir Kardeş Türküler albümü hazırlamanın zamanı gelip çattı!..
“…bir türkü kanat çırpıp
dalga dalga güneşe erişecek…”(Aram Pehlivanyan)
Arto Tunçboyacıyan ile, Hrant Dink'in ölümünün ardından gerçekleştirilen bir anma gecesinde tanışmıştık. Hrant'ın katledilişinin ardından 40 gün geçmişti… Aslında Arto ile birbirimizi daha önceden de biliyorduk; ama ilk kez o gece yan yana geldik. Sonrasında, 2009 yılının Kardeş Türküler Açıkhava konseri bağlamında aynı sahneyi paylaştık ve bu birlikteliği önümüzdeki albüm sürecinde de devam ettirme fikri o dönem yeşermeye başladı.
Arto, Amerika'ya döndükten sonra da bu yöndeki temaslarımız devam etti. 2010 yılının 25 Şubat-1 Mart tarihleri arasına denk gelen güzel bir teklif bizi tekrar bir araya getirdi: Arto Tunçboyacıyan ve Kardeş Türküler olarak Almanya'ya davet edilmiştik. Önce Ermeni ve Süryani gençlerden oluşan bir koro ile üç-dört günlük atölye çalışmaları yapılacaktı ve sonrasında, bu atölyede öğrenilen şarkılar, “Arto Tunçboyacıyan-Kardeş Türküler” konserinde birlikte icra edilecekti. Bizler de Almanya'da Arto ile bir araya geleceğimiz bu buluşma gününe kadar, İstanbul'da albümün demo kayıtlarını hazırladık. Mart başında Almanya'da bir araya geldiğimizde de bu kayıtları kendisiyle paylaştık.
Bir sonraki buluşmamızı 2010 Ekim ayının ilk haftası olarak belirledik ve Arto bizimle birlikte çalışmak üzere İstanbul'a geldi. İlk toplantımızda sarf ettiği “Bugüne kadar yaptığınız çalışmalarda, geleneksel müziğin içinden geliştirdiğiniz yorumlarınızla, o kültürün içinden gelen insanları da şaşırtmışsınız, farklı bir yol açmışsınız. Bu sound u olabildiğince koruyalım; ama bu sound a farklı bir yenilik getirmeye de çalışalım.” cümlesi, artık ortaklığımızın başladığını gösteriyordu. O günkü fikir üretimlerimiz ve tartışmalarımız, bu albümün Arto Tunçboyacıyan'ın da işin içine girmesiyle farklı bir albüm olacağının ilk işaretlerini vermişti aslında…
“…Çok yaşayın çocuklar
Ama, yaşamayın bizim gibi
Siz, çok yaşayın çocuklar!…”(Hovhannes Tumanyan)
“Bahar” albümünden sonra, proje kadrosunda zaman zaman tematik ya da bir “konsept” albüm hazırlama düşüncesi dile getirilmeye başlanmışsa da bu albümün nasıl olabileceği, Kardeş Türküler'in dil, inanç, kültür farklılıkları ya da ortaklıkları gibi hususları bir arada vermek yönündeki değişmez çizgisini böylesi bir albüme nasıl dahil edebileceği; belki belli bir zamanı ya da dönemi anlatacak olan bu konseptin gelecek zamanlara nasıl hitap edebileceği gibi sorularımız önemli ve aslında çok faydalı tartışmalar yaratıyordu. Farklı diller, formlar, üsluplar aracılığıyla bir “kardeşlik” dünyasının altını çizerken bu kardeşlikten bizim ne anladığımız da çok önemliydi. Bu dilleri yaşatabilmek, bu dillerde ve formlarda yeni şeyler söyleyebilmek, gelenekten beslenerek kendi şarkılarımızı yapabilmek noktasında ciddi bir arayışın eşiğinde olduğumuz bir gerçekti. Bunu nasıl gerçekleştirebileceğimizin yollarını aramaktaydık. Arto Tunçboyacıyan'ın bu albüm çalışmasındaki varlığının, bize bu nitelikteki bir albüme yönelik cesaret verdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Böylece, Kardeş Türküler'in yeni bir albüm hazırlığına yönelik girişimleri, bu sohbetlerde ve masa başı çalışmalarında şekillenmeye başladı. Son albümün ardından epey uzun bir zaman geçmişti ve bu süre zarfında yaşadıklarımıza, tanıklıklarımıza dair söylemek istediğimiz sözler de giderek çoğalıyordu. Öncelikle sözümüzün ne olacağını, albümde yer vereceğimiz temaları derleyip toparlamak istiyorduk.
Geride bıraktığımız yıllar, çocuklara yönelik şiddet ve ayrımcılığın belki de en görünür olduğu yıllar oldu ya da bizler, bu yöndeki tanıklıklarımızı epey ağır yaşadık. Örneğin savaş koşullarında yaşayıp sayısız bedeller ödemek zorunda bırakılan “çocuklar”, gündeme “taş atan teröristler” olarak getirildi. Yüzlerce çocuk, bu nedenle şiddete maruz kaldı ve çocuk mahkemelerinde değil , yetişkinlerin yargılandığı özel mahkemelerde yargılandı. Peki, yıllarca baskıya, şiddete ve ölümlere tanık olmanın çocuklar üzerinde yarattığı travma yerince gündem olabiliyor muydu? Çocuklar, şiddetin mağduru olmak istemiyorlardı artık!.. Tek istedikleri, barış ortamlarında özgürce çocukluklarını yaşayabilmekti…
Kardeş Türküler olarak, 2010 sonbaharında Halkevleri ve FHKC (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi) organizasyonuyla, “Ortadoğu Halklarıyla Kardeşlik ve Dayanışma Buluşması” konserleri gerçekleştirmiştik. İlk durağımız, Muhayyem semtindeki Filistin (Yermuk) Mülteci Kampı olmuştu ve orada da bir çocuk çıkmıştı karşımıza! Sanki dünyaya küsmüş gibi herkese sırtını dönmüş, kimseye yüzünü göstermeyen Filistinli çocuk Hanzala'nın temsili resimleriydi bunlar. Hanzala çocuk, resmedildiği her köşede topraklarındaki işgalci İsrail devletinin şiddetine karşı sallıyordu taşlarını. Onun da tek istediği, ülkesi ve halkı özgür bir Filistin'de çocukluğunu yaşayabilmekti ve o gün gelene kadar da yüzünü hiç kimseye dönmeyecekti… Hanzala'nın hikâyesi de çok etkilemişti hepimizi ve ülkemizde “taş atan çocuklar” olarak yaftalanıp cezalandırılan kendi çocuklarımızı düşündürdü bize. Ortadoğu'daki taş atan çocuk Hanzala'ların mücadelesini haklı olarak destekleyenler, kendi çocuklarını mahkemelerde yargılarken nasıl bir vicdan muhasebesi içindeydiler acaba?
Bütün bu tanıklıklarımızın yanı sıra, 2009 yılının sonlarına doğru başlattığımız ve 2010 yılı boyunca devam ettirdiğimiz “BGST-İstanbul Semt/Sanat Atölyeleri” çalışmalarımızın da bu albüme yansımaları oldu. İşte bu atölyelerde, göç etmiş ya da kentsel dönüşümün tanığı/mağduru olmuş ailelerin, şiddetin veçhelerinden biri olan “yoksulluk”la da yüzleşen çocuklarıyla gerçekleştirdiğimiz çeşitli çalışmalar da eklenince bizi bu albüme götüren konsept “çocuklar” üzerinden şekillenmeye başlamıştı bile.
Çocuk, doğası gereği meraklıdır… Çok fazla soru sorar, sorgular… Hatta sorularıyla bazen etrafındaki yetişkinleri canından bezdirdiği de olur. Ancak şu da unutulmamalıdır ki, “Çocuk aklı…” deyip çoğu kez önemsenmeden geçiştirilen bu sorular, bazen işitilmiş en sert sorular da olabilir...
“…Güneşin ve suyun tadıyla
Uçunca bulutların tarlasına
Orada gece yok,
Gece olmuyor uzaklarda…” (Bejan Matur)
2008 yılında, BÜFK'lü arkadaşlarımızla birlikte Mardinli Müzisyen Muhsin Alkan'dan derlediğimiz, Arapça bir çocuk şarkısı olan “Yoyo”, Kardeş Türküler konserlerinde çocuklar için seslendirdiğimiz şarkılar arasına girmişti çoktan. Hatta yukarıda adı geçen “Ortadoğu Halklarıyla Kardeşlik ve Dayanışma Buluşması” konserinde, “Yoyo”yu Filistinli çocuklarla birlikte de seslendirmiştik. Yoyo, bir elin orta parmağına sarılan iple önce aşağı fırlatılıp sonra tekrar yukarı çekilen bir toptan ibaretti, yani bir oyuncağın ismiydi. Şarkının Arapça sözlerinde bu oyuncak, baba tarafından eve getirildiğinde annenin ve çocukların şaşkınlığı ve merakı ifade ediliyordu. Biz, yoyo oynayan bu çocuklar, Filistin'den bir güvercin de uçursunlar istedik ve şarkıda Arapça geleneksel sözlere Kürtçe sözler de ekledik. Bu sözlerde ağzında, ipini gagasına doladığı bir topaç (zîzok) taşıyan güvercin, başka başka semalara uçup çocukları aramaktaydı. Çocuklar da gökyüzünde uçan savaş uçaklarını değil, bu güvercini görmek istiyordu ve gözleri gökyüzündeki güvercini arıyordu. İşte güvercin, Cizre semalarına geldiğinde aşağıda kendisine coşkuyla el sallayan çocukları görsün istedik. Çocuklar ise güvercine şöyle seslenmekteydi: “ Bırak güvercin bırak/ Bırak topacı bırak/ Bak çocuklar gözlüyorlar - Berde kevok berde/ Berde zîzokê berde/ Berde zarok li benda wê ne…”
“Haydo” isimli Ermenice şarkımız da, ayrı bir çocuğun hikâyesini anlatıyordu. Bu şarkıyı Arto, 2009 Kardeş Türküler Açıkhava gösterimizde bizimle birlikte söylemek üzere yazıp bestelemişti. Nitekim öyle oldu ve şarkıyı Açıkhava gösterisinde sahnede Arto Tunçboyacıyan'la birlikte icra ettik. Haydo, küçük bir Ermeni çocuğun ismiydi, annesi ile babasının umut ışığıydı Haydo. Her sabah olduğu gibi o sabah da, pınardan kaynayan buz gibi suları testilere doldurup evine getirmek için dağdaki pınarın başına gitti. Fakat aradan saatler geçti, Haydo geri dönmedi; çünkü pınarın başında vurulmuştu küçük Haydo, oracıkta yummuştu hayata gözlerini. Annesi ile babası o gün, onu aramak için dağlara çıktı ve onlar da bir daha geri dönmediler.
Haydo'nun hikâyesi, Diyarbakır'ın Lice ilçesinde, koyunlarını otlatırken resmi açıklamaya göre “sahipsiz” bir bombanın bedenini parçalaması sonucu hayatını kaybeden küçük Ceylan'ın hikâyesine ne kadar çok benziyordu. Peki Mardin Kızıltepe'li on iki yaşındaki Uğur Kaymaz'ın acı hikâyesini unutabilmek mümkün mü? Uğur, sadece on iki yaşındaydı; ama vücudundan on dört kurşun çıkartılmıştı, “güvenlik güçleri”nin silahlarından çıktığı tespit edilen on dört kurşun… Küçükçekmece'de otobüse atılan molotof sonucu yanan on yedi yaşındaki Serap Eser'in acısı da başka bir Haydo hikâyesi anlatıyordu bize... İşte bütün bunlar, artık başka çocukların acı haberlerinin yüreklere yeni ateşler düşürmemesi için dua ettirmişti herkese: “ Haydo, küçük bir Ermeni çocuk/ Dağın eteklerinde yaşar/ Haydo, evin ışığı, ana babasının umudu - Haydon pokr haylaoye/ Abrume sarerin tzorin/ Haydon ira dunin luysne/ Mamu babun huysne can…”
“…Beklerim kış, yaz, ayaz
Kuyruklarda,
İstanbul'da yaşıyorum
Yaşamaksa…”(Behçet Necatigil)
İçinde yaşadığımız İstanbul şehri, 2010 yılı için “Dünya Kültür Başkenti” ilan edilmişti. İstanbul'da bütün kurumlar, herkes bir şeyler yapıyordu ve bu çalışmalar çeşitli tartışmaları da beraberinde getiriyordu ki kültür-sanat çalışmaları yapan bir topluluk olarak bunlara kayıtsız kalmamız mümkün değildi. 2009'un son aylarına doğru BGST'de bir inisiyatif oluşturduk ve yaşadığımız şehre dair, “2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul” faaliyetlerine yönelik biz ne yapabiliriz konulu tartışmalar yürüttük. Tartışmalardaki önerilerden biri, “yerinde sanat” fikrinden hareketle, İstanbul'un çeşitli bölgelerine gidip çalışmalar yapılması önerisiydi. Bu iş için çok fazla ilişki ağımız olduğunu ve aslında inisiyatifteki insanların da böyle bir şey yapmaya çok istekli olduklarını gördük. İçimizden bir grup, İstanbul'daki bir tekstil atölyesi bölgesine; bir grup, çoğunluğu zorunlu göç mağduru yoksul çocuk ve gençlerin desteklenmesi yönünde çalışmalar yapan Başak Kültür Vakfı'na; bir grup, kadınların gündelik yaşamı ve mahalle ile kurdukları ilişkiler hakkında söyleşiler yapmak ve kadın ağzı türküler derlemek üzere İstanbul'un Gülensu Mahallesin'e gitti.
Bir grup arkadaşımız da, Sulukule'de “kentsel dönüşüm”deki yıkımlar sonrasında, bugün yıkım bölgesinde kalmış birkaç ailenin çocuklarıyla gerçekleştirilecek bir çalışma alanı açılmasını önerdi. Bu çocukların çoğu yoksulluk ya da yıkımlar nedeniyle bozulan aile yaşantıları yüzünden okullarına devam edememiş ve “yetiştirici sınıf” denen özel kurslara devam eden Roman çocuklardı. Niyetimiz hem derleyeceğimiz hikâyelerle İstanbul'a ilişkin veriler oluşturmak, hem BGST'nin nasıl bir kültür-sanat yaklaşımıyla hareket ettiğini sezdirip yerinde ve birlikte sanatsal üretimler yapmaktı.
İşte bu atölye sürecinde, sözlerini yazıp müziğini bestelediğimiz “Nazar” adında bir şarkı hazırladık. Şarkımız, atölye katılımcılarından altı yaşındaki bir kız çocuğu olan Nazar'ı anlatıyordu. Yaşı, bir dans-müzik atölyesine katılmak için henüz çok küçüktü; ama çalışma günlerinde hep bizim yanımızdaydı. Menekşe gözleri, lüle lüle saçlarıyla, şakacı ve hazırcevap sözleriyle, neşeli hareketleriyle hepimizin gönlünü fethetti. Annesi, Sulukule Romanlarından, babası ise İstanbul'a göç etmiş Bingöl'lü bir Kürt olan Nazar, Sulukule'de dünyaya gelmişti ve altı yıllık ömrüne bir sürü hasret, bir sürü de dert sığdırmıştı! Bugün, anne babasından ayrı, ninesiyle yaşıyor. “Kentsel dönüşüm”de yerle bir edilen Sulukule'nin son yıkım bölgesinde hayata tutunmaya çalışıyor. Her gün katlanmak zorunda olduğu onca yoksulluğun ve haksızlığın arasında, oyunlar oynayıp şakalar yapmaya devam ediyor. İşte Nazar için yazıp bestelediğimiz bu şarkı, albüm şarkılarımızdan biri oldu: “ Sabah akşam başına gelenleri/ Sen olsan çeker misin?...''
2010 yazının Kardeş Türküler Açıkhava gösterisi için Makedonya'dan İstanbul'a gelen Koçani Orkestar'ın üç değerli üyesi Naat Veliov, Orkan Veliov ve Elsan İsmajilov da, nefesli çalgılarıyla “Nazar” şarkısına renk kattı. Makedonyalı Roman müzisyen dostlarımızın İstanbul'da oldukları bu dönem, Balat'ta çocuklara yönelik bir sokak şenliği düzenlenmişti. Sulukule atölyesinin çocuk katılımcıları da oradaydılar. Naat, Orkan ve Elsan ile sokak şenliğini izlemeye gittik ve Koçani Orkestar'lı müzisyen dostlarımız, şarkımızın kahramanı olan Nazar'la orada tanıştılar. Daha sonra, “Nazar” kaydı için trompetleri ve saksafonlarıyla stüdyoya girdiklerinde, belki de bu tanışıklığın yarattığı sıcaklıkla icra ettiler şarkıyı.
“Nazar” şarkısının kayıt aşamaları sürerken Arto da bir anısını paylaştı bizimle. Küçükken Arto'nun yaşadığı Gedikpaşa mahallesine nane şekeri satmaya gelen bir satıcının hikâyesiydi bu. Nane şekerci, mahalleye girer girmez önce bir gazel okumaya dururmuş, sonra da başlarmış şekerlerini öven tekerlemeler sıralamaya… Bütün çocukların ağzının suyu akarmış ve nane şekercinin etrafında toplanırlarmış. “Çok severdik o nane şekerciyi ve o zamanlar İstanbul böyle sokak satıcılarıyla doluydu.” diye anlatınca Arto, Nazar kızın yaşadığı mahalleye de uğrasın istedik bu nane şekerci. Bir zamanlar meşhur çalgıcıların, hanendelerin yetiştiği, ancak bugün yıkılıp yerle bir edilen o yoksul Çingene mahallesinin sokaklarında bir nane şekerci dolaşsın istedik. Sulukule, belki de Çingene müziğinde ekol olabilecek biçimde düzenlenmiş şenlikli bir mahalle olabilirdi, demek istedik. Aslında kimsenin yerinden edilmediği, aslında kimsenin kaderine terk edilmediği, çocukların şen kahkahalarıyla çınlayan bir mahalle olabilirdi Sulukule. Olsun istedik! Arto, “Ne güzel nane şeker!” diyen dizeler yazdı. O sokaklarda dolaşan bir şekercinin gazeliyle başladı şarkımız: “ Yüreğimden çıkan sesi koydum şekerimin içine/ Tatlandırsın dilleri, sözleri cümle âlemde/ Gelin siz de tadın, çoluk çocuk tüm beşer/ Şekerlerim herkese/ Korkmayın nefret ve kin yok içinde …”
Albümümüzdeki “1-0” adlı şarkımızda da yine bir çocuğun hikâyesine, Hekîm'e yer vermek istedik: Hekîm, İstanbul'a göç etmek zorunda kalan binlerce aileden birinin afacan çocuğudur ve İstanbul'un sokaklarında hayata tutunmaya çalışır. Sokaklarda çakmak satar, nohut-pilav satar, midye dolma satar ve bir yandan da “bu hayat, yeniden kurulabilir mi?” diye düşler görür. Zabıtaların baş belası, işportacıların ise kahramanıdır. Sabahtan akşama kadar o kaçar, zabıta kovalar. Büyük bir şehrin çarkında küçük bir çocuğun her defasında hayata yeniden başlama coşkusu ve inancı… İnancının her defasında yeniden yeşermesi…: “ Hekîmo xemla mehelê ye/ Beleban e henekvan e - Mahallenin süsü Hekîm/ Afacan, şakacı…” Ve bir şiir yazdık Hekîm için: “… Şimdi de ıslık çalar martılara bilinmeyen bir dilde/ Balıkların gümüşüne dalar gözleri/ Hekîm, Hekîm!/ Senin de işin zor be kardeşim!…”
“…Aklım ıslıklarla, türkülerle,
Rüzgâr saatleri evde tutamam,
Essin esmesin yollardadır…
Serseriler gibi anılarımı,
Sokaklar doldurur…” (Gülten Akın)
Son albümümüzden bu güne geçen altı yıllık süre zarfındaki tanıklıklarımız elbette yer bulacaktı bu albümde. Bunca zaman içinde güzel ve umut verici gelişmeler de olmadı değil; ama tanık olduğumuz olumsuzlukların gündemimizi daha çok meşgul ettiğini söylemek şüphesiz daha doğru olacak. Şiddet, bu geçen süreye damgasını vuran unsurların başında gelmişti ne yazık ki… İfade özgürlüğüne, kişi haklarına, kültürlere, kimliklere, cinsel yönelimlere, insana, doğaya yönelik şiddet!.. Artık şiddetin yaşanmadığı günlere; şiddet uygulayanların yanına, yaptıklarının kâr kalmadığı günlere; çatışmasızlık ve barış ortamlarının kalıcı bir biçimde kurulduğu günlere; eşit ve özgür günlere olan özlemlerimiz yaşanan her karanlık gelişmenin ardından katlanarak büyüdü desek yalan olmaz.
Çok ciddi toplumsal kırılmalar yaşadığımız ve hatta kimi zaman “artık buraya kadarmış” dedirten hadiseler de yaşadık… Örneğin, 19 Ocak tarihinde İstanbul'da Ermenice-Türkçe yayımlanan Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink, sadece gazete binasının önünde değil, bu cinayeti engelleyebilecek bütün yetkililerin gözü önünde cinayete kurban gitti. Bu cinayet, ülkemizin tarihinde kara bir utanç olarak yerini alırken, diğer bütün faili meçhuller de insanlığa karşı işlenmiş suçlar olarak tarihe yazıldı ve ne yazık ki hâlâ çözülemedi.
Dünyada ve ülkemizde temel insan haklarının uygulandığını görmeyi samimiyetle arzu ederken, hükümet nezdinde “demokratik açılım” adı altında birtakım adımlar atılıyor; ama ne yazık ki bu adımlar, gerçek bir açılım yaratmak için yeterli olamıyordu. Gözaltında kaybettikleri yakınlarına ne olduğunu on yılı aşkın bir süredir bıkmadan usanmadan soran cumartesi anneleri, hâlâ sorularına cevap bulamıyordu; sosyolog, feminist, yazar Pınar Selek'e hakkındaki beraat kararlarına rağmen yine müebbet hapis cezası istemiyle davalar açılıyordu; tersanelerden, madenlerden, atölyelerden işçi ölümlerinin haberleri geliyordu; kadınların ve çocukların maruz kaldığı şiddet ortamları zaman zaman umutlarımızı yine elimizden alıyordu. Bunların yanısıra, her tarafımızı kaplayan “Ergenekon” gündemi; belirgin bir seviye ve yaklaşım sorunları taşıyan “Ucube” tartışmaları; yeni anayasa tartışmaları, referandum sırasında yaşananlar... Albümün olanakları çerçevesinde, sadece birkaçına dolaylı yollardan değinebildiğimiz bu gündemler, vicdan sahibi her insan için “böyle gidemez, artık bir şeyler yapmalı” dedirten konulardı.
Diğer yandan, 2009 yılının alternatif-muhalif kesimler öncülüğünde demokratik açılımın -özelde Kürt açılımının- bu zamana dek hiç olmadığı kadar çok tartışıldığı ve Türkiye'nin geleceği üzerine konuşulduğu bir yıl olduğunu da söyleyebiliriz. Bizler de bu dönemde, her kesimin bulunduğu alan içinden sürece katkı sunmasının, yürütülen tartışmalara müdahil olmasının önemli olduğunu düşünüyorduk. Neticede 2009 yılı sonbaharında, ülke gündemindeki tartışmalara kültür-sanat alanı üzerinden ne tür katkılar sunabileceğimizi, kalıcı barışın tesis edilebilmesi için sanatçılar olarak neler yapabileceğimizi konuşmak üzere toplantılar organize etmeye başladık. “Silahların değil, barışın diliyle konuşulan bir Türkiye'de yaşamak istiyoruz!” diyerek “Barış İçin Sanatçı Girişimi (BİSG)”nin katılımcıları arasında yer aldık.
İşte bütün bu konulardaki taleplerimizi sanatın, müziğin diliyle nasıl ifade edebiliriz, yeni bir albümle bu tür gündemlere nasıl cevaplar oluşturabiliriz yönündeki sorular da Kardeş Türküler albüm toplantılarımızın ana gündemleri arasında yer almaktaydı. Bugün repertuvarımıza baktığımızda seçtiğimiz şarkıların her birinin bir derdi olduğunu görmeniz rahatlıkla mümkün. Evet, bir “çocuk aklı”yla, çocuk coşkusuyla yola çıktık… “1-0”, “Yoyo”, “Nazar ve “Haydo” şarkılarında çocuklar hakkında unutulmaması gereken hikâyeler anlattık… “Derdo Derdo”, “Daymohk”, “Güldaniyem” ile, Ortadoğu'da, Kafkasya'da ve Balkanlarda yaşadıkları toprakları terk etmek zorunda kalanların hasretini, hüznünü, sitemini dile getirmek istedik. “Qewlê Kofa”, her ne kadar Ezidi ritüellerini yansıtıyor olsa da, bu ilahiyle Ezidilerin bu topraklardan göçü ile eksilen yanımızı ifade etmeye çalıştık...
Ve küresel ısınma, susuzluk sorunu, orman yangınları, nükleer santraller gibi çevre sorunları da gündemden düşmeyen sorunlardan… Örneğin Karadeniz'deki doğa tahribatları ve özellikle Doğu Karadeniz'in derelerine yönelik HES (Hidro Elektrik Santral) projeleri, bölgenin doğası, suları, ormanı yok olma pahasına uygulamaya konuyordu. Dinamitler patlatılıyor, tüneller açılıyor ve enerji üreteceğiz diye dereler, derelerdeki canlılar, bitki örtüsü, ormanlar tehlikeye atılıyordu. Geleneksel bir horon havası olan “Oi Oi!” türküsünü Karadeniz'in derelerinin gürül gürül akması için söyledik: “ Dinle dere sesini/ Sanki bir şey der gibi/ Akardı gürül gürül/ Şimdi oldi çöl gibi… ”
“Mutlaka sana ait olmasın istiyorsan bir şeylerin,
Mesela gökkuşağı senin olacak
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın…” (Can Yücel)
Ara Dinkjian ile dostluğumuz 2009 yılında, Diyarbakır'da/Dikranagerd'de başladı. Diyarbakır'da/Dikranagerd, Ara'nın babası Onnik Dinkjian'ın doğduğu şehirdi. Şarkılarını kendi memleketinde söyleyebilmek sadece babasının değil, Ara Dinkjian'ın da en büyük hayallerinden biriydi. Bu hayali gerçekleştirmek üzere Onnik Dinkjian'in solist olarak katıldığı Diyarbakır konserimizde, Ara da uduyla, besteleriyle yer aldı. O gün orada, köklü bir dostluğun da temelleri atıldı. Ara Dinkjian, 2010 yılının 20 Haziran gecesinde, “Kardeş Türküler'le Yolculuk” adlı gösterimizde, Harbiye Açıkhava sahnesinde de bizlerle birlikteydi. Kardeş Türküler'in yeni albümüne yönelik olarak hazırladığı “My Dark Place” adlı bestesini ilk kez o gece, Kardeş Türküler'le birlikte icra etti.
Türkçe karşılığını “İçimdeki Karanlık” olarak da ifade edilebileceğimiz “My Dark Place”, Ara Dinkjian'ın belki de son dönem tanık olduğu gelişmeler karşısında iyice yoğunlaşan duygularıyla yazdığı bir ezgiydi ve hem Ara hem biz, “My Dark Place”in yeni albümümüzde yer almasını çok istiyorduk. Stüdyo kayıtları devam ederken, konserde enstrümantal olarak icra edilen bu şarkıya söz yazmaya karar verdik ve “Zamanın Bahçesinde” sözleri ortaya çıktı.
Toplumsal alanda yaşanan acılar, korkular, öfkeler ya da hayal kırıklıkları karşısında çoğu kez “Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki…” diye başlayan cümleler kuruyoruz. Oysa yaşanan gelişmelerin sorumlusu “zaman” olmadığı gibi, çözümü de “zaman” değil. Bütün bu olup bitenlere, zaman belki sadece tanıklık etmekte. Bizlere düşen de yaşananlardan dersler çıkarmak; ama çözümleri asla zamana bırakmamak, ertelememek! “Bugün değilse, ne zaman?” diye sormak; olumsuzlukların bir daha tekrarlanmaması yönündeki mücadeleye umutla devam etmek… “My Dark Place” için yazdığımız sözlerde, içinde yaşadığımız zaman ile karşılıklı oturup sohbet etmek, dertleşmek istedik. Zamana, “yaşananların suçu, günahı senin değil; ama kim galip kim ziyan bunları da göster, daha güzel günler için uğraşanları da, onların önüne perde çekenleri de göster” demek istedik. Ve şarkı boyunca zamanın bahçesinde yaptığımız bu sohbette gördük ki, zamanın sırrı “umudu asla yitirmemek”tedir: “ Ey zaman, ne kitap ne kalem yeter sana/ Sayfalar sürer/ Hayaller düşler/ Bir heves, bir yürek yeter sana… ”
“Ne zamandır ertelediğim her acı,
Çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi…” (Nilgün Marmara)
Âşık Mahzuni Şerif, Âşık Ali İzzet Özkan, Neşet Ertaş, Esma Redzepova, Meryem Xan, Şivan Perwer, Nizamettin Ariç… gibi geleneğin taşınması ve yeniden yaratılması anlamında eserler veren ozan ve müzisyenler, Kardeş Türküler'in müzikal hafızasında büyük etkiler bırakmış olan isimlerin başında gelir. Bu anlamda, geleneksel mirasımızı kendi beste çalışmalarımıza güncel güftelerin içinden yansıtma çabası ve yerel tavırların yeniden üretilip yorumlanması, müziğimizde ilk günlerden beri öne çıkan arayışlarımızdan biri oldu. Bugün “kimlik tartışmaları”, Türkiye için '90'lı yıllardan bu yana üzerinde çokça konuşulmuş ve önemli mesafeler alınıp ilerlemeler kaydedilmiş bir konu. Bugünkü mesele tek başına “bu kültürlerin, kimliklerin renklerini temsil edecek miyiz?” meselesi değil de; artık bu kültürleri “gündelik hayatımızda birer ‘altkültür' haline getirmeden nasıl yaşatacağız?” meselesi. Müzikal renklilikle, kültürel renklilikle nasıl ilişkileneceğiz? Güncel meselelere dair bu diller, bu inançlar, bu makamlar içinden nasıl tepki üreteceğiz? Bu albümde sizlerle paylaştığımız “Sevdayla Uslandı Gönlüm” adlı beste çalışmamız, geleneksel müzik dünyamızın çokkültürlü tonları arasından bozlak formu üzerine inşa edilmiş bir çalışma ve belki de bahsettiğimiz bu kaygılar için küçük de olsa bir ipucu oluşturacak nitelikte.
Yine albümdeki şarkılarımızdan biri olan “Zêrê Zer”, bundan yaklaşık beş yıl önce, Eruh (Siirt) bölgesi üzerine yürüttüğümüz alan çalışmaları esnasında elimize geçen düğün müzikleri kayıtlarını tararken rastladığımız bir geleneksel bir halay... Eruhlular Derneği, büyük çoğunluğu zorunlu göçlerle İstanbul'a gelen Eruhluların kurduğu bir dernek. “Zêrê Zer”i, Eruhlular Derneği'nden arkadaşlarımızla birlikte 2007 Haziran ayında, Harbiye Açıkhava'da sunduğumuz “Halkların Kardeş Türküleri” gösterimiz için hazırlamış ve birlikte icra etmiştik. “Zêrê Zer” adlı halayda, sürekli aynı yapı içinde tekrar eden ve birkaç kelimeden oluşan bir melodi dikkatimizi çekmişti. Bu geleneksel ezgiyi genişlettik ve Kurmancî dilindeki geleneksel sözlerle uyumlu yeni sözler ekledik: “Way Zêrê zêrê zer/ Min ji bîrkiriye sar e der - Oy, altın sarısı/ Unuttum dışarısı soğuk…”
“…Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum, göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum, kalabalık oluyorum…”(Turgut Uyar)
Genel olarak BGST'de yürütülen çalışmaların -ve tabii ki Kardeş Türküler projesinin- bugün BÜFK'lü öğrenci arkadaşlarımızla ortak yürüttüğümüz çalışmalardan büyük ölçüde beslendiğini ve etkilendiğini özellikle belirtmemiz gerekir. Bu birlikteliğimizin sadece BÜFK'teki sanatsal çalışmalara değil, Kardeş Türküler çalışmalarına da önemli katkıları olmuştur. Ortak çalışmalarımızda, oluşturulmaya çalışılan sanatsal üsluptan, provalara; arka plan çalışmalarından konjonktürel değerlendirmelere kadar çalışmalarımızın birçok aşaması, karşılıklı görüş ve bilgi alışverişi üzerine kurulmaya çalışılır.
Albümdeki çalışmalardan, özellikle “Yoyo”, “Oi Oi!” ve “ Qewlê Kofa”yı bu çalışma anlayışının belirgin örnekleri olarak adlandırmak yerinde olur. Örneğin, Ezidi ritüellerinde Şêxê Hesenî adı verilen bir semayı oluşturan üçlemeden biri olan “Qewlê Kofa”yı (Kofi İlahisi), BÜFK ile ortak yürüttüğümüz çalışmalarımızda repertuvarımıza almıştık. Tavus kuşunun başındaki tüylere de karşılık gelen “kofi” kelimesi, “başlık” manasında kullanılmaktaydı ve Qewl 'de Ezidiliğin kutsal kişisi Şeyh Adi'nin Laleş'e gelişi anlatılmaktaydı. Şeyh Adi'nin kofisi sembolize edilerek onun şahsında, Ezidiliğin kutsal kişiliklerinin adları zikrediliyordu. Ezidi dini müziğinde kimi duaların kadınlar tarafından da okunduğu bilgisine ulaştıysak da böyle bir örneğe rastlamadığımız için dualarda kadın seslerinin temsilinin önemli olduğunu düşündük ve “Qewlê Kofa”da ana ezgiyi, kadın sesi üzerinden tasarladık.
“… Memleket isterim,
Ne başta dert ne gönülde hasret olsun
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun
Memleket isterim
Ne zengin fakir ne sen ben fark ı olsun
Kış günü herkesin evi barkı olsun
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun
Olursa bir şikâyet ölümden olsun... ” (Cahit Sıtkı Tarancı)
“Çocuk (H)Aklı” adlı bu albümümüzde, ele aldığımız bazı güncel gündemleri belli bir sanatçı sorumluluğuyla değerlendirip, bunlara yönelik tavır oluşturmayı ve bunu da yaptığımız müziğe doğrudan yansıtmayı önemli bulduk. Bu doğrultudaki bazı tanıklıklarımızı, “Öcü” şarkısında olduğu gibi, stüdyo ortamında gerçekleştirdiğimiz doğaçlamalarla “sıcağı sıcağına” albümümüze de taşıdık. Diğer yandan, “Güneşim Rıza”, albüm çalışmaları sürerken ani vefat haberiyle sarsıldığımız bağlama sanatçısı genç arkadaşımız Rıza Kılıç'a atfettiğimiz bir çalışma oldu. Onun nezdinde, genç yaşlarda aramızdan ayrılan bütün sanatçı dostlarımızı saygıyla anmak ve yine çok erken bir dönemde, zamansız yitirdiğimiz sevgili Kazım Koyuncu'nun da dediği gibi “ tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara” selam yollamak istedik!..
Ve işte uzun bir aradan sonra sizleri “Çocuk (H)Aklı” diyerek yeni bir albümle selamlamanın heyecanını yaşıyoruz. Dileğimiz barış! Şarkılarımızsa acıların değil, çocukların büyüdüğü; kendi dili, inancı, umuduyla büyüdüğü bir hayatın şarkıları...
Ses veren, kulak veren, yürek veren tüm dostlar, hepinize MERHABA! |