Diller, halklar, şarkılar, türküler... Ve yasaklar. Dilden sayılmayan diller, resmi ve gayrı resmi sansürler... Kurulduğundan beri bu faşizan zihniyetin panzehiri olan Kardeş Türküler (nam-ı diğer Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu), kültürel coğrafyamızın güzide dillerindeki (alfabetik sırayla Arapça, Ermenice, Kürtçe, Türkçe) türkülerden mürekkep albümleri "Doğu"yla evvelki sene yüreklere su serpmişti. Albümün incilerinden "Kara Üzüm Habbesi"nin klibi geçen yaz aylarında kimi kanallarda dönmeye başlamıştı ki, malum çarklar yine işledi ve o güzelim Kürtçe Türkçe türkü televizyonlarda görünmez oldu. Kardeş Türküler, birkaç ay önce Şivan Perwer'in in 'Roj ü Heyv'indeki düzenleme ve icralarıyla da ayaklarımızı yerden kesti. Daha sonra "Vizontele" filminin soundtrack'ini hazırlayan Kardeş Türküler'den Vedat, Erol ve Feryal'le kardeşlikten,türkülerden, Kardeş Türküler'den ve yasaklardan, albüm çalışmaları sırasında konuşmuştuk.. Roll Dergisi'nin Ocak sayısında yayınlanan yaz şimdi kalan.com'da sizlerle..
"Doğu" albümünden sonra adınız daha sık duyulmaya başlandı...
Vedat Yıldırım: "Doğu" albümü televizyonda basında daha çok görüldü. Eskisine göre farklı bir kesim bizi böyle tanıdı. 5O-6O binlik satışımız 1OO bine onlarla çıktı.
"Doğu" bir konsept albüm. İlk albümden böyle bir albüme geçiş nasıl oldu?
Erol Mutlu: Kardeş Türküler'in konser olarak çıkışı 1993, ilk albümün yayınlandığı tarih 1997'dir. Zaten albümü hedefleyen bir çıkışımız yoktu. Bugün de aslında bir konser grubuyuz. İlk konserin ana ekseninde Türkçe, Kürtçe, Azerice ve Ermenice vardı. Mesela Ermenicelerin de seçilmesi, dinsel sınırların da ötesine geçmeyi hedeflememizdendi. Bu kültürler barışık değillermiş gibi gösterilse de, yüzyıllardır barışık yaşadıklarını biliyoruz. Halkların tarihinde 7O yıl çok önemli değildir. 7O yıllık komşu da olabilirler, 1O yıllık komşu da. Yüzyıllardır kültürel olarak ciddi geçişleri olmuş bu halkların. Biz onların beraber yarattıkları formları müzikal düzeyde ele aldık. O anlamda, ilk albüm aslında bir kolaj çalışmasıdır. "Doğu" albümünde ise hem kültürel hem de bölgesel anlamda, -ama bugün Batı'da da pek çok Doğulu yaşıyor- "Doğu"yu ele aldık.
Peki "Doğu" derken coğrafi olarak nereyi alıyorsunuz?
Erol: Esasen Fırat'ın doğusundan başlayan ve güneye de inebilen bir Doğu. Sonuçta güneyden Arapça bir şarkımız da var albümde. "Doğu" karakteristik özellikleriyle kültürel bir simgedir. Bizim yabancı olduğumuz bir şey değil. Aramızda da Doğulular var.
Yani Anadolu'nun doğusunu ele alıyorsunuz..
Erol: Evet, ama atlas sınırlarının, misakı millinin biraz daha dışında. Konser sırasında, müzikal olarak bu halkların ortak noktalarından bir dramaturjinin nasıl ortaya konabileceği üstüne çalışmıştık. Bunun da kendileğinden çıkan bir anlamı vardı: Bu halklar yüryıllarca bir arada yaşamışlar ve bu müzik, ortak yaşama formlarından türetilmiş. Bundan sonrası için de böyle bir şey neden olmasın? Aslında, geleceğe dönük küçük bir vurgu yapma derdi olan bir albüm yaptık. Ama esasen, Doğu müziklerindeki müzikal formlar üzerinden giden bir albüm. Belirli gırtlak yapılarının, makam yapılarının, temaların (göç, sürgün) dikkate alındığı belirli başlıklar altında seçildi şarkılar.
Şimdi üzerinde çalıştığınız bir tema, alan var mı?
Erol: Bizim albümün arka planındaki kültürel yapıyı izlemek, incelemek gibi bir derdimiz de var. O yüzden, albümün ön hazırlık çalışmaları çok uzun sürüyor. Araştırma boyutu belli bir noktaya geldiğinde zaten parçalar bir araya gelmeye baslıyor.
Bu araştırmacı yanınızdan dolayı albümlerinizde "akademik" bir dil de ortaya çıkıyor...
Erol: Akademik, entellektüel yapı, faaliyeti besleyen bir şey. Araştırma yapmadığınızda hem dramaturji kuramıyorsunuz, hem seçici olamıyorsunuz, hem de önünüzü göremiyorsunuz. Ciddi yanlışlıklar yapabiliyorsunuz. Bunlardan kaçınmak gibi bir derdimiz var.
Bütün dünyada etnik müziklere ilgi artıyor. Türkiye'de de bir mozaik edebiyatı var. Bütün bunların yükselmesini neye bağlıyorsunuz?
Feryal Öney: Biz de tam bu konularda okumalar yapıyorduk. "World music herkesin onayladığı bir şey mi, Üçüncü Dünya ülkelerine ne ifade ediyor?' gibi sorular üstüne bir şeyler okuyup kendimizi nerede konumlayacağımızı kararlaştırmaya çalışryorduk.
Peki bu ilginin nedeni ne?
Erol: Bu müziklerin piyasada gündeme gelişi, müzikal akımların tükenme dönemlerine denk geliyor. Başka renklere yönelme var, Paul Simon'ın Afika müziklerine eğilmesi gibi... Türkiye'de durum biraz daha farklı, etnik müziklere ilgide müzikteki belli tıkanmaların etkisinden çok, politik etkiler var. Şüphesiz. "Yurttan Sesler" türküleri çok deforme etti ve tatsızlaştırdı. Ama Türkiye'de müzikal açıdan çok ciddi arayışlar olduğunu düşünmüyoruz. Zaten deneysel, nitelikli çalışmalar da pek çıkmıyor. Bağlamanın yanına piyano koymak çok enteresan bir şey değil. Türkiye'de etnik müzikler etnik siyaset olgusuyla gündeme geldi. Ben bu meselenin Doğu'dan gelen hareketlilikle doğrudan bağlantısı olduğu nu düşünüyorum. Etnisite olgusunu gündeme getiren Doğu halkları oldu ve birçok halk gerçekten dininde, dilinde, edebiyatında çıkış yaptı. Doğu'dan gelen bu motivasyon Batı'ya da taşındı. Hayatın birçok alanında olduğu gibi, müzikte de böyle bir hareketlenme oldu. Mesela, Türkçe ezgilerde bile bu yörelerden esintiler taşımak gibi bir kaygı doğdu. Yavuz Bingöl'den Kubat'a kadar, bir çok müzisyenin etnik tatları olan Türküler toplamak gibi derdi var. Ama, Anadolu'da varolan müziklerin arkasındaki kültürlerden bahsetmeyip sadece üzerinden geçtiğimizde bir kriz ortaya çıkıyor.
Feryal: Mesela bir Ermeni şarkısını alıp, onu dudukla hissettirmeye çalışıyorlar. "Bakın bu Ermeni şarkısı" demeye getiriyorlar. Dil verilmiyor. Oysa dil, Ermeninin kimliği. Başka nasıl ifade edebilir ki kendini?
Sizin bu konuda en önemsediğiniz şey, şarıkıları anadillerinde söylemek mi?
Feryal: O çok önemli.
Vedat: Ama tek-tipleştirme sadece dil üzerinde olmuyor. Türkçe albümlerde de bir problem var. Adam doğudan, Trakya'dan, İç Anadolu'dan ezgiler, baraklar alıp söylüyor. Dinlediğinizde bütün hepsi birbirine benziyor. Halbuki hepsinin ayrı bir havası vardır.
Siz türküleri işlerken nelerin üstünde özellikle duruyorsunuz?
Erol: İlk önemli nokta dil. Elbette bir Kürt şarkısını bir dengbej gibi ya da bir Ermeni şarkısını bir Ermeni gibi okuma iddiamız yok. Böyle bir iddianız yoksa, iddianızı başka bir noktada kurmanız gerekir. Türküyü canlı bir organizma olarak düşünebilirsiniz. Türküye verdiğiniz her şeyi türkünün bünyesi kaldırmayabilir. Türkünün size koyduğu bazı sınırlar da var. "Kulak emri" denen bir şey vardır. Türkünün bazı bölgeleriyle oynayabilirsiniz ama bazı bölgeleriyle oynayamazsınız. Önemli noktalardan diğeri de, türkülerdeki imge organizasyonudur. Ne zaman üretilmiş, nasıl bir öykü anlatıyor ve nasıl anlatıyor soruları önemlidir. Özellikle Kürt türküleri çok spesifik öyküler anlatır. Sözlü tarihin kayıtlarıdır bunlar. Ermeniler mesela. "sevda" demişlerdir ama, "sevda"yla "yurt"u kastetmişlerdir. Ciddi bir tehcir yaşanmış, buna tanıklık eden önemli bir repertuar bırakmışlar. İnsanların bunları söyleyiş biçimlerini, ruhsal durumlarını dikkate almanız, dilsel çeşitliliğe de bakmanız gerekiyor. Kürtçenin her aksanında aynı vurguları bulamazsınız. Metin olarak düşünürseniz, türkü bir senaryo gibidir. Bu senaryonun müdahale edemeyeceğiniz yerleri olduğu gibi, geliştirebileceğiniz yerleri de var. Dolayısıyla, türkünün imgesel bütünlüğünü ve taşıdığı senaryoyu doğru tahmin ederseniz, içeriğini zenginleştirecek sözel, müzikal öğeler eklenebilir. İdeal örnıek olarak söylemiyorum ama; "Doğu" albümündeki Hakkari türküsü "De Bila Beto (Haydi gelsin)" büyük ölçüde Vedat'ın doğaçlamasıdır. Govend (halay) formunda bir ezgidir. Hatta sözlerin büyük kısmını Vedat yazdı. Tabii bu türkü yaklaşımı yeni bir konsepti gerektiriyor. Türkiye'de artık yeni bir türkü konseptinin tartışmaya açılması gerekiyor. Bizim türküyü otantik söyleyelim gibi bir derdimiz yok. Zaten otantikliğin kendisi çok kurgusal bir şey. Otantikliği çok sınırlandırıcı bir hale dönüştürmemek lazım. "Ben bu türküleri aynen okudum, çok sade oldu, yapısını bozmadım, otantik kaldı" gibi bir söylem, deneysel çalışmalar için çok anlamlı değil. Şivan Perwer'in son albümünde düzenlemelerini yaptığımız bazı şarkıların atmosferlerini güçlendirmek için pek çok şey yaptık. Mesela "Miro" (Bey) şarkısında bir beyin kalesine gelip kızını kendisine vermesini isteyen bir adamın feryadı anlatılıyor. Biz o feryadı bazı efektlerle, sample'larla, vokal denemeleri ve enstrüman kullanımındaki titizlikle zenginleştirdik.
Şarkılarınızın büyük çoğunluğunda teatral bir yapı var..
Erol: Aslında o, şarkıların metinlerinden, senaryolanndan kaynaklanıyor. Bilhassa Şivan'ın söylemi çok teatral, müziği de öyle. Onun albümündeki hemen hemen tüm şarkıların böyle öyküleri var. Müzikal öğeleri o teatral yapıyı verecek şekilde kullanmaya çalıştık.
Türküler sözlü tarihin bir parçası dediniz. Peki, "bugün"ün türküleri "yakılıyor" mu? Siz bugünü yeni türkülerde anlatma ihtiyacı duymuyor musunuz?
Vedat: Bu konuda, birincisi, geçmişten gelen türküleri ele almak, güncelleştirme de denebilir. Bizim yapmaya çalıştığımız biraz öyle. O türküleri şehirlerde de dinlenebilir hale getiriyoruz. Diğeri, bestecilik oluyor. Türkü kültüründen ve daha birçok şeyden etkilenip beste yapmak gerekiyor. İkinci albümümüzdeki "Kerwane" (Kervan) böyle bir beste. 90'lardan gelen göçleri anlatan bir bestedir. Ama bugün üretilmiş anonim türkü nasıldır? Bunu kestirmek zor.
Peki sizin hoşunuza giden, bugünü türkülerde anlatan müzisyenler var mı?
Erol: O yönde senaryo temelli çalışmalar, epizodları takip eden müzisyenler var. Örneğin Kürt müziğinde Nizamettin Ariç aşağı yukarı böyle çalışmalar yapıyor. Halepçe'yi konu alan birkaç beste yapmıştır. Cudi'deki yaşamı anlatan bir çalışması olmuştur. Hatta mitolojik öğelerden de etkilenerek. Yezidilerde kutsal kuş olan tavus kuşunu Cudi'nin etrafında gezdirerek gördğü insan manzaralarını müzikal öğelerle, tavus kuşu sesi çıkararak anlatma çalışmaları olmuştur. Mesela, bir kız çocuğunun doğumundan ölümüne kadar geçen zamanı anlattığı çalışmalar var. Türkiye'de bunlar çok fazla takip edilemiyor. İlk albümünde Metin-Kemal Kahraman'ın da bu tür çalışmaları olmuştu. Sonuçta, sınırlı sayıda etkilendiğimiz insanlar var. Biz böyle temelli bir çalışma bir gün çıkarır mıyız, onu zaman gösterecek. Şu sıralar başka faaliyetler içindeyiz. Mesela Şivan Perwer albümünü Kürt popüler müziğine ucundan kıyısından destek olmak amacıyla yaptık. Politik olarak değil ama, kültürel bir yardımlaşma kaygısıyla giriştik.
Beste yapmak, bir olayı anlatmak istediğiınizde yöneldiğiniz, yatkın olduğunuz müzikal form ne sizin için?
Erol: Biz Anadolu'daki, Mezopotamya'daki formların gerçekten iyi bilinmesi noktasından hareket ediyoruz. Ama buraları çok iyi bildiğimizi de iddia etmiyoruz. "Doğu" albümünde "govend" formuna yöneldik, ama o form dışında çalışmalar da var. Örneğin âşık müziği başlı başına bir gelenek. Barak müziği, Çukurova, Süryani müziği apayrı gelenekler. Biz oradaki müzikal formların ne tür armoniye yakın olduklarına, ne tür gam, ayak dizilerinin kullanıldığına ya da dilsel olarak ne tür senaryolar barındırdığına bakıyoruz. Müzik, üretilmesinden tüketilmesine kadar bir süreç olduğuna göre, bu müziklerin Doğu toplumlarında hangi bölgelerde, ne tür formlarda hayata sokulduğu veya tüketildiğine bakıyoruz. Mesela Urfa'da Sıra geceleri, Dersim'de daha çok Alevi ritüelleri müziğin hayata dair alanları. "Doğu" gibi bir konsept albüm, belirli bölgelere yönelme imkanı verdi bize. Çok panoramik olarak da kalabilirdik. Ayrıntılara inmek gerekti. Besteciliğimiz de aslında buradan beslenen bir şeydir. Bu araştırmalarla kulağındaki ezgiler çoğalıyor ve bugünün besteciliğiyle arasında "feed back" ilişkisi doğuyor. Bu aşamada yeterli görmüyoruz kendimizi. Bestecilik biraz daha mütevazı, sınırlı bir alan. Albümdeki "polemikçiliğin" bununla da alakası var. Sonuçta bilmem kaç yıllık bir müzik geleneğini anlatıyoruz ve çok ucuz tüketilmesin diye bir mesaj veriyoruz.
Baskı altında tutulan, yasaklanan dillerde şarkı söylediğinizde, şarkının, türkünün içeriği ne olursa olsun, siyasi bir tavır ortaya çıkmış oluyor. Türküleri ana dillerinde söylemeniz size istediğinizden daha fazla bir siyasi misyon yüklüyor mu?
Vedat: Vallahi normal bir zamanda çok doğal olabilecek şeyler Türkiye'de politik bir anlam taşıyabiliyor. Bir takım kültürler baskı altında olunca, asimilasyon gibi bir olgu olunca, sizin yaptığınız doğrudan politik bir şey oluyor. Türkiye'de küttürel özgürlük olsa, yaptığınız şey gayet doğal aslında, türkü söylüyorsunuz... Klibini çektiğimiz "Kara Üzüm Habbesi" herkesin bildiği bir aşk türküsü. Başta, televizyonlar göstermiyordu, ama sonradan MMC'de defalarca gösterildi. RTÜK sözleri istedi, "bir bakalım" dedi. Çok bilinen bir aşk türküsüne bile siyasi bir anlam atfedebiliyor.
Siyasi olarak kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz?
Erol: Faaliyetimizin içerdiği bir politik tutum var. Kültür derken aslında hep kültürel-politik anlamda kullanıyoruz. Çünkü bunların arasındaki ilişki dolaylı da olsa çok net. Kardeş Türküler'in ilk çıkışındaki Türk, Kürt, Ermeni ve Azeri ekseni zaten politik bir şey. Bu halkların yüzyıllarca bir arada yaşadığını ve bu müziklerin de o yaşam içerisinde üretildiğini söylediğinizde belli bir anlam yüklemiş oluyorsunuz. Dil politik bir şey aynı zamanda; doğal bir iletişim aracının ötesine geçti, bir kimlik haline geldi. Çok-dilli bir Anadolu sunduğunuzda, resmi Anadolu panoramasının dışına çıkmış oluyorsunuz. Kültürel sınırlan izleyip de coğrafi sınırları kaale almadığınızda, politik bir şey yapmış oluyorsunuz. "Halklar" dediğinizde zaten politik bir şey yapmış oluyorsunuz. "Halkların kardeşliği", "barış" politik şeyler. Vedat'ın söylediği gibi, kimliklerin özgür yaşadığı bir toplumda bu şarkıları söylemek politik bir anlam ifade etmez. Ama Türkiye'de birçok şeyin politik anlamı önceden hazırlanmış olarak veriliyor. Şuna dikkat etmek gerek; bizim yaptığımız müzik mesaj müziği değil. Sonuçta, biz halk şarkıları söylüyoruz. Marş da söyleyebilirsiniz, misyon müziği de yapabilirsiniz. Ama faaliyetin içinden gelen politik tavır bu aşamada bize daha uygun, daha zenginleştirici geliyor. Çünkü
kültür-siyaset ilişkisi dolaylı bir ilişki. Kültürel çalışmalar politik mesajın iletileceği basit bir araca indirgenmemeli. Kültürün de kendi özerkliği, özgünlüğü söz konusu. İki alanın hem dolaylı, hem de özel ilişkisini dikkate alıp bir yapı kurmaya çalışıyoruz. Atfedildiği kadar poldizasyonu kaldırabilir bu müzik. Ötesi daha başka bir iş. Bizim kendi atfettiğimizin dışında şeyler elbette oluyor konjonktür gereği. Doğu turnesinde karşılaştığımız insanlann türküleri algılama biçimi daha farklı. Onların Batı'daki birçok kavramı algılama biçimi de farklı.
Nasıl geçti Doğu turnesi?
Erol: Adana, Antakya, Antep, Urfa ve Diyarbakır'da konserler verdik. Oradaki insanların müziği algılama, benimseme biçimleri çok farklı. Özellikle Diyarbakır çok farklıydı. Çok katılımcıydılar. Urfa'ysa ateşliydi.
Feryal: Çok heyecanlıydılar. Konser sırasında sahnenin daha yakınına gelmek için bir sürü tartışma çıktı. Diyarbakır'daysa konserin selametle gitmesi için ellerinden gelen her şeyi yaptılar.
Erol: Bir kültürel çalışmanın, bir konserin oraya götürülmesi onlar için çok önemli. Onun zedelenmesini, bir daha o tür çalışmalarla karşılaşmalarının engellenmesini istemiyorlar. Faaliyete hem kültürel hem de politik bir değer biçmişlerdi. Çok kontrollüydüler.
Nasıl bir duyguyla ayrıldınız oradan?
Erol: Düşündüğünüzden daha başka, daha yoğunluklu bir ilişki olduğunu anlıyorsunuz.
Feryal: "Anadolu'da bu kadar halkın yaşadığını hissettirdiğiniz için teşekkür ederiz" anlamında, internet üzerinden çok sayıda mesaj geldi konserlerden sonra.
"Doğu" albümündeki türküleri Doğu'da okumak sizin için nasıldı?
Erol: Sonuçta asıl sahiplerine okuduk, bu farklı bir şey. Enteresan olan şuydu: Sadece kendi türkülerini değil, başka bölgelerden türküleri de ilk cümlesinden itibaren söylemeye başlıyorlardı. Özellikle Diyarbakır da genel bir Türkiyelilik kimliği vardı. Öyle bir duyarlılık çok güçlü bir şekilde oluşmuş.
Feryal: Giderken daha çok Kürtçe türkü götürsek diye düşünüyorduk, ama onların böyle bir beklentisinin olmadığı ortaya çıktı.
Kimler izledi konserleri?
Erol: Her kesim vardı. Yaş grubu olarak da çok çeşitliydi. Belediye başkanları da vardı, öğrenciler de. Çok sayıda kadın vardı... Ama bu bizim gruba özgü değil bence. Bu tür faaliyetlere böyle ilgi oluyor. Yine de şunu söyleyeyim, "daha politize olun" gibi bir mesaj almadık.
Kürt çevrelerin size bakışı nasıl?
Erol: Özellikle son dönemde değişti. Öncesinde belli bir Türk çevre bizi fazla Kürt buluyordu. Belli bir Kürt çevreyse tam bir Kürt grup olamadığımızı düşünüyordu. Ama son dönemde Anadolu'nun çok-kültürlü yapısına kendileri de eğildiği için yaptıklarımız ilişkilenmeye başladı. Aslında onların da Kürtçenin değişik lehçelerine, Anadolu'nun değişik halklarına açılmak gibi dertleri var. Mesela MKM'nin (Mezopotamya Kültür Merkezi) böyle çalışmaları olduğunu biliyoruz. Örneğin, Kürt-Aleviler içindeki kültürün, Zaza kültürünün farklı olduğuna, kültürlerin farklılığına, homojenleştirilemeyeceğine dair çalışmaları var. Ama bu biraz da süreç işi.
Şivan Perwer sürgünde yaşayan efsane bir Kürt müzisyen, sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor? Albüm çalışması fikri nasıl doğdu?
Vedat: Albüm önerisi Şivan'dan değil, prodüktoründen geldi. Şivan'a bizim grubu dinletmiş. Şivan son dönem albümlerinde Iraklı Kürt müzisyenlerle çalışıyordu. Daha çok o bölgenin ve Arap kültürünün etkisini yansıtan düzenlemeler vardı. Prodüktör, "bu kez Türkiyeli müzisyenlerle çalışırsa nasıl olur?" noktasından yola çıkmış. Şivan bizim için de efsane. Tabii ilk duyduğumuzda çok heyecanlandık.
Şivan'la çalışmak nasıldı?
Vedat: Pratik olarak Şivan'la çalışmak çok zor. Albümün solist kayıtları dışında tüm kayıtları burada yapıldı.
Parçaları nasıl belirlediniz?
Vedat: Bize 15-16 parçalık öneride bulundu. Daha çok uzunhavalardan oluşan bir repertuar önermişti. Beş-altı tane oradan seçtik biz de öneride bulunduk. Düzenlemelerde onun da önerilerine dikkat ettik. Kuzey Irak ve İran'a ait türkülerde eski sound'una yaklaşmak istedi, biz de direndik tabii biraz.
Yeni Gündem'deki söyleşisinde albümü pek beğenmediğini söylüyordu. Esas düşüncesi o değilmiş, ama eskiden beri kendisini dinleyenlere bunu söylemek zorunda hissediyormuş gibi bir hali vardı...
Vedat: Projenin kendisi zaten Kardeş Türküler sound'uyla Şivan'ı bir araya getirmekti. Sonuçta kendi sound'umuzla yaptık düzenlemeleri. Ama Şivan'ın tarzını da gözettik. Teatral tavrını koruduk. Kendi albümlerimizde olduğundan çok daha fazla yaylı kullandık. Kaç sefer, o istediği için tekrar miks yaptık. Ortak bir dil yaratmak için elimizden geleni yaptık. Bir sound, tarz tek başına bir şey değildir ki; uzun yılların sonucudur. Onu hangi dinamikler üstüne oturtacağın önemlidir. Farkımız bu noktalardan çıkıyor. Ama şunu söylemeliyim: Şivan aslında yeniliklere çok açık birisidir. Son albümünden önceki "Heviya Te" albümündeki şarkılar Batı müziği olarak bayağı uç noktada şarkılardız: Bir taraftan böyle şeyler yapabilmiş birisidir. Biz Şivan'ı Kürt müziğinde "neo-klasik" olarak nitelendiriyoruz. Çok farklı çalışmaları, yenilikleri olmuştur. Biz onunla yaptığımız albümde perküsyon, bağlama ve vokaller kullandık. Bizim tarzımız bu.
Erol: Şivan'ın dile getirdiği bu tartışma işin mutfağıyla ilgili. Bunu doğrudan Yeni Gündem'de yapmasını çok doğru bulmadık. Ondan iki hafta önce aynı gazetede bizimle söyleşi yapılmıştı. Çalışmanın mutfak aşamasıyla ilgili sorunlara hiç değinmemiştik. Çünkü sonuçta bu Şivan'la aramızda olan bir şey. Albüm yapmak zaten gerilimli bir şeydir. Biz kendi işlerimizde de bu gerilimleri yaşarız. Bunun çözülmesi de gerekmez zaten. Albümü besleyen bir şey olabilir. Bu albüm önerisi Kardeş Türküler'e getirildiğine göre, Kardeş Türküler'den belirli öğelerin bu çalışmada kullanılması söz konusuydu. Ama çalışma boyunca Şivan'a Kardeş Türküler elbisesi giydirmemeye özen gösterdik. Onun önerilerini birçok noktada dikkate aldık. Miks aşamasında telefonla yaptığı önerileri dikkate alıp tekrar miks yaptık. Defalarca yüz yüze görüştük, prova kayıtlarını dinlettik.
"Mirkut" çok güzel bir parça: Sadece vurmalılar, geri vokaller hatta nefesler- ve Şivan Perwer'in vokali var. Perwer'in kendisinin de söyledi gibi, yekten "rap" bir şarkı...
Vedat: "Mirkut" hiç repertuarda olmayan bir parçaydı. Sonradan aklımıza geldi. Önerdik ve kabul etti. Daha önce de ona benzer parçaları olmuştu. "Mirkut beraber oluşan bir şarkı oldu.
Erol: Biz bu albümün düzenlemelerinin yanısıra, nakliyesini, çay servisini, her şeyini yaptık. Şivan'ın öykülemeci bir söyleyiş tarzı var. Anlattığı öyküyü dilsel olarak çok iyi ifade ediyor. Kürtçe'ye çok hakim. Bütün bunları tanışınca gördük. Öğretici bir yanı da vardı. Sonuçta Şivan da zorlandı, biz de zorlandık albüm sırasında. Öyle bir solistle çalışmak hiç kolay değil. Kendi vokallerimizi ona göre yaptık, hiç serbest çalışmadık. Çalışmanın sonuna doğru şunu fark ettik: Şarkıların öykülerinin arka planında akan bir iş dünyası vardı. "Koçeri" göçerleri anlatan bir şarkı; "Düzgi" ritüel bir şarkı. Ama, biz iki katmanlı düşündük şarkıları. Bütün bunların arka planında, "Mirkut"ta olduğu gibi, sürekli iş hayatının aktığını göstermeye çalıştık. Bu konuda hem Şivan'la anlaşamazdık, hem de bizim çok sonradan fark ettiğimiz bir şeydi.
Niye anlaşamazdık diyorsunuz?
Erol: Şivan öyle bakmıyordu çünkü. O albümü, bir takım şarkılarda kendi vokal kapasitesini daha net olarak duyabileceği bir şey olarak düşünüyordu. İlk önerisinde dört tane Botan uzunhavasını getirmesinin nedeni de buydu. Kendi ses kapasitesinin sınırlarını zorlayarak solist ağırlıklı bir albüm yapmak istiyordu. Şu da bir gerçek ki, Kürtler de Şivan'ı ses olarak dinlerler. Tek bağlamayla da okusa, orkestrayla da okusa, sesi önemserler. Ama bu sese, onu dengeleyecek, hatta zaman zaman onunla kapışmaya girecek bir altyapı düzenlemesi yaptığınızda sorunlar başlıyor. Şivan, normalde attyapının kısılması ve parçanın solist üzerinden dinlenmesi taraftarı. Oysa biz öyle düşünmüyoruz. Bizim albümlermizde de solistlerin sesleri alttaki müzikal akışa yedirilmiştir. Çok önde değildir. Hatta Şivan'ın albümünde kendi albümümüzdekinden daha açıktır sesler. Bence bu albüm içerik itibarıyla gelenekselle avangard arasındaki gerilime tanıklık etmekle kalmadı, düzenleme anlamında da bizimle Şivan arasında bir gerilime neden oldu.
Albümle ilgili dinleyicilerden gelen tepkiler nasıldı?
Vedat: Genelde şehirli diyebileceğimiz Kürtler beğeniyor. Klasik Şivan kesiminden başka türlü tepkiler geliyor.
Erol: Şivan sanatının 25. yılında. Bu albüm de, aslında bu sebepten çıktı. Şivan bundan sonrası için kendi kafasındaki müzikal serüveni izlemek zorunda. 25 yıldır klasik Kürt müziği anlamında, beste anlamında yeterince albüm yaptı. Avrupalı bir müzisyen olarak, oradaki anlatım olanaklarını da kullanarak, daha deneysel, daha aykırı durabilecek çalışmaları göze alabilecek bir pozisyonda. Kendisinin bahsettiği anlamda, Şivan albümü gerçekten Şivan için kolay bir şey.
Ciwan Haco'yu nasıl buluyorsunuz?
Vedat: Herhalde evlerde Ciwan Haco'yu daha çok dinliyoruzdur.
Erol: Ciwan'ın, bazen değişse de, bir arkadaş çevresi grubu var, hep onlarla çalışıyor. Şiwan'ın böyle bir durumu yok mesela, ama onun efsaneliğini herkes zamanında yaşamıştır. İkisinin benzer serüvenleri olsa da, müzikal geçmişleri farklı. Ciwan'ın da denbejlerden etkilendiğini biliyoruz, ama Şivan hem repertuar olarak hem de bölgesel çeşitliliği, birçok geleneği yan yana barındırabilmesi bakımından çnk özeldir. Çok zor stranları, uzun anlatısal epik destanları bir dengbej gibi de okur, bir şehirli Urfalı gibi de okur. Kulvarları ve formasyonlan çok farklı ikisinin. Şivan ister istemez daha politize bir yere gelmiş. Biz ikisini de seviyoruz.
Şu anda dünya üstünde beraber çalışmak istediğiniz birileri var mı? Yeni projeler gellyor mu önünüze?
Vedat: Şivan albümü ve yeni hazırladığımız "Vizontele" film müziğinden dolayı kendi grup çalışmalarımızı epey aksattık. Şu anda öyle çalışmalar istemiyoruz. Kendimize dönmek istiyoruz.
Erol: Projelerden ziyade, uzunca bir zaman ara verdiğimiz grup içi eğitsel programlara dönmek istiyoruz.
Bu eğitsel programların çerçevesi ne?
Erol: Temel müzik bilgisi, armoni, düzenlemeler üstünde pratik atölye çalışmaları gibi. Turneler de çok aksattı programları. Mesela, Harbiye Açıkhava Tiyatrosu konseri için bir ay çalıştık.
Her konserde bu kadar uzun mu çalışıyorsunuz?
Feryal: Çalışmak gerekiyor, çünkü çok kalabalığız. O konsere 22-23 kişi çıktık. Dışardan çok müzisyen vardı. Düzenlemelerin bazıları değişti. Bütün bunların kontrolü çok zor oldu.
Kalabalık bir grupsunuz ve çok uzun süredir bir aradasınız. Sizinle yaptığımız ilk söyleşide, bir arada olmanızın en önemli unsurlarından birinin disiplin olduğunu söylüyordunuz. Aranızda nasıl bir ilişki var?
Erol: İçimizde 85'den, 88'den bu yana bir ara da olanlar var. Kampüs ortamında, kulüp faaliyeti içinde olmanın getirdigi avantajlar, mekan birlikteliği önemli. Beraber yaşamanın getirdiği kültürel, politik ortaklıklar da o dönemde oluşmuştu. Boğaziçi Üniversitesiyle ilişkimizi kesmiş değiliz. Oradan beslenen bir grubuz. Kulüp faaliyetleri genelde okuldan mezun olunca bitiyor. Biz o konuda biraz daha ısrarcı olduk. Kardeş Türküler'in yapısı esnek bir yapı. Belli bir çekirdek var, ama aynı zamanda konserlere kulüpten arkadaşlar desteğe geliyorlar. Geçişken bir yapı.
Herhangi bir müzik grubunun ötesinde, sanki daha komünal bir hayatınız var. Öğrencilik sonrası ilişkiniz nasıl devam ediyor.
Erol: Gerçektende yarı komünal bir hayat. Bu koşullarda başka türlü varolmak çok zor çünkü.
Hayatlarınızı idame ettirmek için başka işler yapıyor musunuz?
Feryal: Biz reklam müzikleri veya başka özel işler yapmıyoruz. Müzik yapabileceğimiz ortamlar sınırlı. Grupta üçbeş kişi maaş alıyor, ama herkese veremiyoruz. Part-time çalışanlar, öğrenciler var. Herkes idare edecek kadar para kazanıyor.
Bu kadar kalabalık blr topluluk olarak repertuarınıza alacağınız şarkıları nasıl seçiyorsunuz, kararları nasıl alıyorsunuz?
Vedat: Direkt bir karar alma mekanizmamız yok. Oylama filan yapmıyoruz yani. Kendiliğinden, iknalarla çalışan bir süreç aslında.
Feryal: Herkesin farklı ilgi alanı olduğu için, herkes kendi alanıyla ilgili önerilerde bulunuyor.
Erol: Çok öneri ve çok eleme gibi bir prensibimiz var. Albümlerimizdeki birçok parçayı öncelikle konserlerde okuruz ve seyirci karşısında onları sınarız. Dolayısıyla, geniş bir repertuar için de sadece albüme dönük olarak düşünülmemiş parçalarımız var.
Yılmaz Erdoğan'ın filmi "Vizontele"nin müziklerini yapma fikri nasıl ortaya çıktı?
Erol: Yılmaz Erdoğan bizim albümlerimizi dinlemiş, beğenmiş. Tanışmak istedi. O sıralar konser verecek bir mekan arıyorduk. Okulda geleneksel olarak verdiğimiz konserlerin üçüncüsünü yapacak mekan bulamamıştık. Beşiktaş Kültür Merkezi'ni bizim için açabileceklerini söylediler. Böyle bir yardımları oldu. Sonra film müziği teklifi geldi.
Nasıl bir çalışma yapıyorsunuz? Sizden neler bekleniyor?
Vedat: Filmin senaryosunun geçtiği mekan, zaten Doğu'da bir kasaba. Film müziği yapmak, daha önce yaptığımız işlerden çok farklı bir şey. Folklor kulübündeyken tiyatro, dans müzikleri yaptığımız olmuştu. Ama filmin yarattığı bir atmosfer var ve siz ona uygun bir müzik ortaya koymak zorundasınız. Bu filmde, özellikle eğlenceli yanlarına müzik yaparken zorlandık. Masa başı çalışması yaptık, bir takım taslaklar çıkardık. Sonra önerilerimizin bir kısmı değişti. Bizim müziğimizde vokaller, perküsyonlar çoktur. Ama film müzigi enstrümantal olduğundan, her şeyi katamıyorsunuz.
Feryal: Filmin kaba montajını ilk izlediğimizde, herkeste farklı bir his uyandı. Bir edebiyatçının romanını iki kişinin apayrı filme çekmesi gibi: Senaryoyu okuyunca farklı algılıyorsun, izleyince farklı algılıyorsun. Mesela, yönetmen bir sahneyi hüzünlü buluyor, ama sen daha eğlenceli bir şey yapıyorsun. O zaman çatışma oluyor tabii.
Vedat: Mesela bazı müzikleri sahneye koyduğumuzda, gereğinden fazla dramatik geliyordu bize. Ama yönetmen "bu oraya olur" diyor. Belki de oluyordur. Biz ilk kez bu işi yaptığımızdan, ince eleyip sık dokuyoruz. Çok temkinli yaklaşıyoruz. Müziği fılmin üstüne koymak da çok zor bir şey. Ummadığın etkiler çıkabiliyor. Aşık Mahzuni'nin otantik bir kaydını kullanıyoruz filmde. Onu ilk dinlediğimizde çok ağır gelmişti bize. Bir koyduk film üstüne, çok farklı oldu. Filmin sesi ayrı, müziğin sesi ayrı yerden geldiğinde uymuyor gibi gözüküyor, ama birbirinin üstüne oturduğunda uyabiliyor.
Filmin müzikleri yayınlanacak mı?
Erol: Evet, yayınlanacak. Filmin müziğini sahnelere endeksleyerek yapıyorsun. Ama soundtrack öyle değil, orada müziğin kendi öyküsünü anlatması gerek. Bunların ikisi aynı anda soundtrack'de olmayabiliyor. Biz şu anda film müziği aşamasını bitirdik, soundtrack'i kaydediyoruz.
Perküsyonların, kalabalık seslerin miüziklerinizde sıklıkla kullanılmasının sebebi nedir?
Vedat: Bizim müziklerimizin hemen hepsinin fonunda ritüel bir hava var. Perküsyon belki onu veriyor. Atmosferden kaynaklanan bir şey yani. Onun dışında etnik müziklerde perküsyon çok önemli bir şey.
Erol: Uğraştığımız halk şarkıları kültüründe böyle şeyler var. Kürt dengbejler bazen elindeki erbaneyle, bazen de sadece sesleriyle söylerler. İnsan sesi ve perküsyon, müziğin temel öğelerinden. Biz onların altını biraz daha çizdik.
Baştan beri bu kadar önde miydi perküsyon?
Erol: O da giderek arttı. Başta bu kadar yoktu.
Feryal: Şimdi yirmi perküsyon oldu. Perküsyon grubu olduk. (gülüyor)
Vedat: Bizim müziğimiz daha çok ritmler üzerine kuruuo. Klasik anlamda bir armoni kullanımımız yok. Daha çok renkler altyapıyı oluşturuyor. Perküsyon renkleri çok önemli. Daha serbest, tanımsız alt sesler müziğimizde önemli yer tutuyor.
Albümleriniz bu bölgenin dışında, Batı'da da dinlenecek yapıda. "World music" raflarına girmiş olmalısınız. Nasıl geliyor size bu kavram?
Vedat: World music globalizmle ilişkili bir şey. "Yerel ol, global düşün" sloganı var... Evrensellik tartışmaları yapmak gerekiyor bu konuda.
Feryal: Başta hedefımiz yurtdışına çıkmak mıydı? Sanmıyorum. Ama mesela Amerika'da çok büyük bir Ermeni cemaati var, Avrupa'da Türkiye'yi terk etmek zorunda kalmış bir sürü insan... Onlar dinleyebilir bizi. Ama şimdi başka kesimler de dinliyordur.
Vedat: Dinlenebilirlik, yerel kültürleri güncelleştirmeden de geliyor. Ayrıca dünyada ritmik öğeler üstüne kurulu müzikler bayağı ilgi görüyor. Etnik müziklerde de böyle; hip hop, trip-hop, tekno da böyle. Melodisiz müzik demiyorum ama, melodi üstüne kurulu müzikler artık değişiyor. Öyle bir akım, bu tür müziklerin dinlenebilirliğini daha kolaylaştınyor olabilir.
Siz neler dinliyorsunuz?
Erol: Sekiz-on yıllık tarihe bakıldığında buradaki insanlar çok çeşitli müzikler söyledi ve dinledi. Bir dönem zenci ilahileri söylendi, bir dönem koral halk şarkıları söylendi. Bir dönem Anadolu pop çalışmaları yapıldı. O dönemde, özellikle 70'lerin klasikleri başta olmak üzere, pek çok rock albümü dinledik. Mesela bir dönem çok sıkı Jimi Hendrix dinledik. Son dönemde rock müziğinin de çeşitlenmesi söz konusu. O noktada aslında biz koptuk. Çünkü daha çok yerel seslere yöneldik. Şimdi sıkı birer dinleyiciden çok, kulağı delik olduğumuz söylenebilir.
Feryal: Ben türkü dinlemekten çok sıkıldım. İçimiz dışımız türkü oldu. Şimdi dünyadan farklı kadın sesleri dinlemek daha ilgimi çekiyor. Mari Boine gibi...
Peki müzikal açıdan daha başka hatlara gitmeyi düşünüyor musunuz önümüzdeki dönemlerde?
Vedat: Bizim bu hat aslında sınırları olmayan bir şey. Bu anlamda çok geniş bir olanak var. Etnik müziklerden yola çıkarak birçok şey yapılabilir. Kendi içinde pek çok hat olan bir şey bu. Biz de tam kestiremiyoruz neler olabileceğini.
Şivan Perwer ve "Vizontele" albümlerinden önce, elektronik türkü albümü gibi bir projeniz vardı galiba...
Erol: Orada elektro müzik enstrümanlarıyla bazı akustik enstrümanları tokuşturmak istiyorduk. Özellikle Alevi müziğiyle ilgili bazı örnekler yapmayı arzu ediyorduk. Üç-dört parça çalıştık, ama çok fazla ilerletme şansımız olamadı. Tabii bunun yanında Alevi müziğini tanımak için ayrıca bir çalışma yapmak gerekiyor. Doğaçlama üstüne kurulu olduğundan, parçalara, kültüre doğaçlayabilecek kadar aşina olmak gerekiyor. Bir zaman sonra deforme etmek, farklı noktalara taşımak istiyorduk, ama proje olarak rafta kaldı. Halk şarkılarıyla uğraşırken, düzenlemeleri piyasadaki gibi armonik şifrelerle, ona uygun altyapı yazmakla, sonuna elektro gitar solosu koymakla düşünmemek gerek. Türkü konsepti içinde parçaların bazı bölümlerini yeniden bestelemek gerekebilir. O zaman olay sınırsızlaşmaya başlıyor. Yer yer biz böyle şeyler denedik. Belki daha ileriye götürülebilir, daha abartılabilir. Parçaları zenginleştirici yeni besteler yapmak muhtemelen daha riskli bir şey, ama eminim ki daha verimli olacaktır. Riskle verimlilik çift kavramlar olarak kullanılabilir. Çünkü risksiz bir kabiliyetin yürütücüsü olmak da çok bir şey kazandırmayabilir. |