|
2006 yaz başında, hakkında epeyce konuşulan, yazılıp çizilen bir “aranjman” albüm çıktı: “ Aşk Tesadüfleri Sever”... Aranjman denen müzik türünün ortaya çıktığı tarih, Türkiye popüler müzik tarihinde, çok da uzak bir geçmişi imlemiyor aslında. Dün olduğu gibi, bugün de, pop müzik piyasasında bu tarz çalışmalar yapılıyor; ancak bu çalışmalar, geçmişle mukayese edildiğinde, dinleyiciler arasında ne tür bir tepki ile karşılandığı, ne kadar yankı uyandırdığı noktasından tutun da, müziğe ne getirip ne götürdüğüne kadar tartışmaya değer. Ve bu bağlamda tartışmaya değer bir diğer konu; Aşk Tesadüfleri Sever albümünün ta kendisi..
Yazımıza “ ‘Aşk Tesadüfleri Sever' adlı bir albüm çıktı ve bu albüm dinlemeye de üzerinde tartışmaya da değer” diyerek başladık; ama söz nerelere gelecek, yazalım görelim bakalım. Gönül muhabbet isteyince, yazıya vesile olan bu albüm çalışması da bir bahane olacak gibi!..
Türkiye'de popüler müziğin gelişimini anlamak istiyorsanız, öncelikle 1960'lı yılların başına uzanmanız ve Türkiye'de popüler müziğin doğduğu bu yıllara kulak vermeniz gerekir. Bu yıllara kulak verirsek, ilk olarak duyacağımız şarkılar İngilizce, İtalyanca, Fransızca, İspanyolca... şarkılar olur. Özellikle dönemin müzisyenlerinin Batılı radyo istasyonlarından dinledikleri ve sıcağı sıcağına icra ettikleri bu şarkılar, asıllarına ne kadar yakın çalınıp söylenirse o kadar itibar görür. Aslolan, kusursuzca “taklit etmek”tir: “Hepimiz bir şeyleri taklit etmeye çalışıyor ve taklit ettiğimiz vakit de anlaşılmasın istiyorduk. Bütün derdimiz oydu! Dinlesinler ve “Bu, Türk olamaz!” desinler, bizim için yeterdi. (1) ” diyen Şanar Yurdatapan, 1958'de kurulan ve dönemin en popüler Batı müziği gruplarından Kuyrukluyıldızlar'ın bir üyesi olarak konuşmaktadır.
Taklit, öylesine güçlüdür ki… Aslı gibi olması gerekliliği ile icra edilen bu şarkıları “Türkçe'de söylemek”, son derece tedirgin edicidir. Ne vakit aynı şarkılar, gerçek sahipleri tarafından, “bozuk da olsa, şirin!” bir Türkçe ile söylenir; o vakit bizimkiler de yüreklenir. Dönemin pek çok müzisyeninde varolan, “Batılı müziğin Türkçe sözlerle icra edilemeyeceği” kanaatinin aksine, Sezen Cumhur Önal, Fecri Ebcioğlu, Fikret Şeneş gibi birçok şarkı sözü yazarı, bu konuda uğraş verir. İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca... şarkıların, ezgi ve form yapısının aynen korunup Türkçe sözlerle söylenmiş bu hallerine, “aranjman” adı verilir.
Aranjman, kelime olarak “tanzim etmek, düzenlemek” anlamına gelmektedir; ancak “galt-ı meşhur; lugat-i sahîhten evlâdır” hesabı, bu tabir çok tutulur. Aslında bir süre sonra, Batılı enstrümanlarla, Batılı bir sound un içinden icra edilen her tür müzik (bu, ister hafif müzikte özgün bir beste olsun; ister geleneksel müzik yönelimli Anadolu pop olsun); halk arasındaki algıda aranjman müzik olarak varolacaktır.
Aranjman müzik, bugün de olduğu gibi, o yıllarda da, bazı kesimlerce “hafife” alındı. Hatta bu yüzden olsa gerek, TRT, anonslarında bu müziği “Sayın dinleyenler, yayınımıza hafif Batı müziği ile devam ediyoruz!” ya da “Ve şimdi, Türkçe sözlü hafif Batı müziği!” demekteydi. Gününde “moda” olan her şey gibi, aranjman-hafif müzik çizgisinde ortaya konan ürünler de, kimi müzisyenler arasında rağbet gördü, desteklendi. “Hafif müzik, hiç de hafif değil, ağırdır!” (2) diyen Erol Büyükburç gibi düşünenler, bu çizgide ısrarcı oldular. Nitekim, “hafif” müzik, öyle taşıdığı sıfat gibi, “hafif, gelip geçici” bir müzik olmadı; dillerden yıllarca düşmeyecek güzellikte şarkılar ortaya çıktı. Seslendirdiği İngilizce ya da Türkçe sözlü beste çalışmalarıyla ve aranjmanlarla Erol Büyükburç, hafif müziğin Türkiye'deki ilk popstarı oldu; ilginç sahne şovları ve kostümleriyle akıllarda yer etti. Popstarımızı, süperstarımız Ajda Pekkan izledi ve daha da “Kimler Geldi, Kimler Geçti”... Berkant'lar, Nilüfer'ler, Alpay'lar, Sezen Aksu'lar...
Kimi müzisyenlerce ise –zamanında kendileri de bu müziği bizzat üretmiş/icra etmiş dahi olsalar- bu çizgi, bükük dudaklar eşliğinde “hafif”e alındı. '70'li yıllarda, “Ayrılanlar İçin”, İspanyol Meyhanesi”, “Beyaz Güvercin” gibi, birbirinden etkileyici hafif müzik türündeki besteleriyle büyük bir hayran kitlesini peşinden koşturan Timur Selçuk'un, aranjman ve hafif müziğe dair yorumları, oldukça dikkat çekicidir: “Aranjmanlar, özel bir çalışma değil. Onlar bilinen melodilerin Türk dilinde seslendirilmesi! O, fason bir çalışma! Yani Renault arabalarının burada yapılması gibi bir şey! Renault araba sattık diye mutlu oluyorlar. Yahu sen kendi arabanı yap, sat! Bundan gurur duyulmaz ki! (...) Ben 1974'te hafif müzik çalışmalarını bıraktım. Ondan sonra zaten bu tür bir şey yazmadım. Tiyatro müziği, film müziği, opera, bale, oda müziği ile uğraştım. Çünkü ben bu kadar tahsili hafif müzik yapmak için yapmadım!” (3)
Yurtdışından gelen İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca... şarkıları taklit etmeye çalışmanın yanı sıra, bu şarkıları Türkçe'de söylemenin de öğretici, teknik açıdan müzikal gelişimi zorlayıcı yanlarını inkâr etmek mümkün değil. Bu tür çalışmalar, o dönem için, müzisyenlerin kendilerini yetiştirmeleri açısından önemli zeminler sunar. “C'est ecrit dans le ciel” adlı şarkı, bir dönemin müzikal macerasını masal tadında anlatmaya başlayacakmış gibi, “Bak Bir Varmış Bir Yokmuş” sözleriyle çınlamaya başlar! Fakat dinlenenler bir masaldan ibaret değildir elbette; bu şarkılar Türkiye popüler müzik tarihinde uzun bir dönem çalınıp söylenecek ve belli bir müzik türü başlığı altında yer alabilecek şarkılardır. Bu şarkılardaki melodik ve armonik yapılar, düzenleme anlayışları, enstrüman kullanımları, sözel temalar, solist yorumları bizdeki pek çok müzisyene yeni açılımlar sunabilecek nitelikte çalışmalardır. Adamo'nun “Tombe la Neige”i, “Her Yerde Kar Var” a; Frank Sinatra'nın “Strangers In The Night”ı “İki Yabancı”ya dönüşür ve her deneyim gibi, bu çalışmalar da müzik defterimizde yeni yeni sayfalar açmaktadır.
Deneyimler, yeni yeni sayfalar açarken herkesçe malum bir darb-ı mesel üzre, laf da lafı açtı işte... O halde, bu yazının sebeb-i telifi olan albüm çalışmasına geri dönmekte fayda var.. Geçtiğimiz Nisan ayında dinleyicilerle buluşan “Aşk Tesadüfleri Sever” adlı albüm, Bob Dylan, David Bowie, Haris Alexiu, Garbage, Björk gibi müzisyenlerin şarkılarının ud, kanun, ney, davul, yaylı grubu gibi daha “buralı” enstrümanlar ve Türkçe sözlerle yeniden düzenlenmesinden ve Müslüm Gürses tarafından icra edilmesinden oluşuyor.
Orijinal hallerinde, dillerinin kendine has şiirselliği içinde kulaklara yerleşen bu şarkılara; ezgisi ile bütünleşen temasını da gözeterek Türkçe sözler yazmak hiç de kolay değil. Söz konusu dönemin şarkılarına yazdığı sözlerle, döneme damgasını vuran ve pek çok solistin kariyerinde önemli bir yere sahip olan söz yazarlarımızdan Fikret Şeneş, bu konuda şunları söylüyor: “Bir kere, söz yazmaya başlamadan önce ... o şarkı, teypte çalar saatlerce, günlerce… Bıraksam da (kafamda) o gene çalar ve beni çıldırtır. Nihayetinde kalkar; masaya defteri, kalemi koyar ve başlarım. (...) Uykuya, huzura veda, ahbaplığa veda, sohbetlere veda, konuşmaya da veda... Çünkü o müzik devamlı benim kafamda! Bir ezgiye söz yazmayı kafaya koyduğum anda, yandım! (...) Yazana kadar hiçbir şey yapamıyorum.” (4)
Yazılmış ve bütünüyle belirlenmiş şahane bir ezgiye, yok edici bir iştahla yaklaşmak ve laf olsun torba dolsun türünden sözlerle zarif bir yapıyı viraneye çevirmek mümkün tabii ki; bu tür örneklere piyasada bol bol rastlamak da... Murathan Mungan ismi, bir besteye söz oturtmanın ne denli güç bir iş olduğunu bilenler arasında anılacak isimlerden olunca, zarif yapıların emin ellerde olduğu düşüncesiyle içimize su serpiliyor. Teknik olarak yapısı ve akışı belirlenmiş bir müzik bütününde, belli bir tema çerçevesinde inceliği ve derinliği olan anlamlı ve tutarlı bir dünya kurmak hiç de kolay değil ve geçmişteki çalışmalarında yazdığı şarkı sözleriyle büyük bir beğeni toplayan Mungan, bu konuda gayet başarılı.
Şarkı sözünün ille de bir tanımı yapılması gerekiyor ise, her şeyden önce “şarkı sözü, şiir değildir!” demek, hiç de yanlış olmaz ve şarkı sözü, şarkısından bağımsız düşünülemez! O, asıl mevcudiyetini, üzerine boylu boyunca uzandığı müziği ile var eder. Oysa şiir, her türlü yapıdan bağımsız, kendi yapısı ve bütünselliği içinde bir söz sanatıdır. Elbette bestelenmiş şiirler de mevcut ve bir müzik yapısı ile bütünleşip ölümsüzlüğe ulaşmış nice şiirler olduğu da bir gerçek.. Fakat şiir, aslolarak bestelenmek için değil; kendisi için vardır! Şarkı sözü ise; beğeniyle algılanma ve kabul edilme başarısını, birliktelik halinde olduğu müzikal yapı ile paylaşır.
Asırlar öncesinde yazdığı dizelerde, “Dinle neyden ki hikâyet etmede” diyen Fuzuli, insanları, ney'den yükselen ezgilerin dahi hikâyesine kulak vermeye davet ederken; bir şarkının sözlerinde dile gelen hikâyeleri kulak ardı etmek hiç mümkün değil.. Bir şarkının, aynı zamanda bir “hikâyet etme” olduğu bir gerçek ve siz o şarkıyı, her türlü geleneği ve kültürel yapısı içinde kendi varolduğunuz topluma arz ediyor iseniz, ezgi ve yorumlama biçimi kadar sözleriyle de, topluluğu kuşatıcı olmanız, “buradaki” gerçekliği yakalamınız bir zorunluluk..
Bir şarkının, kitleler arasında popüler olan ve güçlü bir biçimde kanıksanan orijinal halinin yarattığı etkinin, Türkçeleştirilmiş örnekte aynı biçimde nasıl duyurulacağı; bu çalışmanın ne tür bir tepki ile karşılanacağı yönündeki kaygılar, önemli kaygılar. Bu kaygılar, şarkı sözü yazarlığında ciddi bir ihtimamı; incelikli kalem oynatmayı da zorunlu kılar.
Ve aranjman, farklı dildeki bir şarkıyı kendi dilinde seslendiriken aslında bir "yeniden yorumlama"... Yorum da, öncelikle “anlam”a dayanıyor... Bir şarkıya, ezgisini ve yazıldığı dildeki sözleri ayırarak, farklı anlamlar yükleyebilir miyiz? Cümle ve kelimelerin birebir aynı olması tabii ki gerekmiyor; ancak şarkı sözlerini çevirirken, o sözlerdeki anlamı tümüyle kaybetmemeye de dikkat etmek gerekir. İngilizcede ya da Fransızcada aşkı çok iyi anlatan bir şarkı için, “Bu şarkı, Türkçede savaşın dehşetini de mükemmel anlatır!" diyebilir miyiz? “Diyebiliriz” diyenler de olabilir elbette, “Impossible is nothing!”... Lakin yine de fazla kasmamak lazım!... Örneğin bir şarkı İngilizce yazıldığı dilde, yalnızlığı anlatıyorsa, Türkçeye çevrildiğinde de yalnızlığı anlatmalıdır... İster ıssız bir çölün ortasında; ister kalabalık caddelerde, sokaklarda... Fakat söz konusu edilen, yine yalnızlık olmalıdır. Ya da sözler sokakları ve insanları anlatıyorsa şarkı, çevrildiği dilde yine sokaklar ve insanlardan dem vurmalı. Ama tabii ki İngiliz sokaklarını değil; çevrildiği coğrafyanın, iklimin sokaklarını ve insanlarını.. Velhasıl, aranjmana söz yazmak da gerçekten zor zanaat!..
“Murathan Mungan'ın Seçtikleriyle Müslüm Gürses: Aşk Tesadüfleri Sever” adlı albüm projesinde bu noktaya olabildiğince dikkat edildiği ortada.. Bob Dylan, “Mr Tambourine Man” adlı şarkısında “Hey! Mr. Tambourine Man, play a song for me... and there is no place I'm going to...” minvalinde seslenirken; Müslüm Baba, Ahmet Güntan'ın sözleriyle “Ah! Felek söyle bana ne yapmam gerek... Hayat berbat, gel bu eli saymayalım...” demekte... Yeni tınılar, kendi kültürel algı ve deneyimlerimizle iç içe geçirilmeye ve sözler aracılığıyla bilinen ve tanıdık olan hayat yakalanmaya çalışılmakta.
“Müslüm Baba, yuvana dön!” diyenlere karşı, “Tarzımızdan kopmuş bir vaziyetimiz yok! Halimizden memnunuz!” diyen Müslüm Gürses, aynı zamanda aslında yuvadan hiç ayrılmadığını belirtmek istiyor. Peki, kitlesini bu tür bir çağrıya yönelten ne? Aslında Müslüm Baba'nın dinleyici kitlesinin sosyo-kültürel profiline baktığımızda, bu albümün bir parça elitist noktada kaldığı ve derin bir bireysellik duygusunun elit-öznel bir dil içinden sunulduğu; dolayısıyla Baba'nın evlatlarından uzak düştüğü söylenebilir. Fakat Müslüm Gürses, güçlü yorumuyla bu elitizmi ciddi oranda kırıyor. Kimi şarkılarda dinlemeyi/alımlamayı zorlayıcı prozodi zaaflarının ya da telffuz (artikülasyon) sorunlarının mevcut olduğu da söylenebilir ve kabul edilebilir bir durum. (Örneğin “Kış Oldun”... Kişisel olarak, bu albümdeki favori şarkım olduğunu belirtmeliyim.. Ancak, Birhan Keskin'in hayat verdiği “Hani dal çiçeğe durduğum / Suydum da nerde, aktım su muydum.../ Her kim değdi geçtiyse cana” dizeleri anlayana kadar epey bir çile çektim. Anlayamayınca, çareyi albüm kapağındaki şarkı sözlerine bakmakta buldum. Bakıp okuyunca ise, etkilenmemek elde değildi! “Ey aşk, ben senden bahar umduydum / Kış oldun, kış oldun...” ) Ancak tüm bunlar, albümün genel anlamda önemli bir çalışma olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Bu yazının başlarında, aranjman şarkıları Türkçe'de söylemenin öğretici, teknik açıdan müzikal gelişimi zorlayıcı yanlarını inkâr etmek mümkün değil, demiştik. Bu tür çalışmalar, bir dönem için, müzisyenlere önemli açılımlar sunmuş; ama “Artık bu tür çalışmaların bugün hiçbir hükmü yok, bu çalışmalar macerasını tamamlamış.” diyenler için, bu albüm, kazın ayağı hiç de öyle değil, diyor... Ve müzikte farklı yaklaşımlara, arayışlara farklı bir solukla yeni bir can veriyor...
Velhasıl-ı kelam, görüldüğü üzre, gönül muhabbet isteyince, albüm de bu şekilde bir bahane oldu. Bu çalışma üzerine elbette daha çok şey söylenebilir, söylenecektir, hatta söylenmelidir de...
Çünkü aşk, tesadüflere meftundur gerçekten; müzik ise yeni yeni arayışlara... |