BGST(Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu) Kardeş Türküler projesi olarak geçmiş yıllarda çeşitli etkinliklerde Halkevleri ile birlikte yer almıştık ve 29 Eylül-2 Ekim tarihleri arasında da, Halkevleri ve FHKC (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi) organizasyonuyla, biri Suriye'de (Şam), diğeri Antakya'da olmak üzere “Ortadoğu Halklarıyla Kardeşlik ve Dayanışma Buluşması” konserleri gerçekleştirdik. Bu yazıda, turne ve konser etkinliklerindeki tanıklıklarımızı, turne boyunca yaptığımız ziyaretleri ve edindiğimiz izlenimleri sizlerle paylaşmak istedik.
Geçmişten günümüze muhtelif dönemlerde yaşanan savaşlarla ortaya çıkan toprak ve mülteci sorunlarının ve bölgede özellikle 60 yıldır hüküm süren İsrail-Filistin meselesi, Ortadoğu'da sayısız acının yaşanmasına neden olduğunu hepimiz biliyoruz. Halen de yaşanmakta olan sayısız acının son bulması ve bölgede kalıcı bir barışın tesis edilmesi için verilen mücadeleler bugün de devam ediyor ve ortaya çıktığı günden bu yana Kardeş Türküler konserlerinde de bu yönde pek çok şarkı ve dans icra edildi/ediliyor. Hatta 2008 Haziran'ında, İstanbul'da yüzlerce insanın izleyici olarak katıldığı Açıkhava gösterisinde Kardeş Türküler, Filistinli kadın müzisyen Reem Kelâni ile aynı sahneyi paylaşmıştı ve Reem Kelâni, kendi derlediği geleneksel bir Filistin şarkısı olan “Ah, Ya Reem Al-Ghuzlaan / Koşan Gazel”i Kardeş Türküler'le birlikte seslendirirken Ortadoğu'da barış talebi, izleyicilerin de coşkulu katılımlarıyla güçlü bir şekilde dillendirilmişti. İşte bu kez de “barış ve halkların bir aradalığı” taleplerimizi şarkılarla dile getirmek üzere Şam'da bulunan “Muhayyem (Yerduk) Filistin Mülteci Kampı”na gidiyorduk.
İstanbul'dan Maşriq'e…
Arapça'da “güneşin doğduğu topraklar” anlamında “Maşriq” adı verilen Levant bölgesi (yani Suriye, Filistin, Lübnan ve Ürdün), kültürüyle ve tarihiyle asırlar boyunca Mezopotamya'ya kardeş olmuş bir bölge. Özellikle 1915 ve sonrasında yerlerinden sürgün edilen Ermeniler, Süryaniler, Keldaniler, Rumlar ve Kürtler sınırın öte yanındaki Halep'e, Qamışlo'ya ve Suriye'nin birçok şehrine göç etmek zorunda kalmışlar. Zihinlerimizdeki bu fotoğrafla ve Kardeş Türküler olarak ilk kez bir Ortadoğu ülkesinde barış şarkıları söyleyecek olmanın heyecanıyla 29 Eylül Çarşamba günü, İstanbul'dan Antakya'ya doğru yola çıktık.
Antakya'da buluştuğumuz Halkevleri kafilesi ile Cilvegözü sınır kapısından “Halep oradaysa arşın burada” meşhur deyimini de yâd ederek geçtik ve ilk durağımız Halep'e vardık. Kafilemizde bizimle Suriye üzerine bilgilerini paylaşan arkadaşımızdan öğrendik ki Halep, kendisine bağlı yerleşimler de dâhil, dört milyonu aşan nüfusuyla epey büyük bir şehir. Halep Kalesi'ne vardığımızda vakit akşama doğru ve aslında şehir de bu vakitlerde uyanıyor; çünkü çöl ikliminin etkisiyle gündüz aşırı sıcak olan şehirde hayat, güneşin etkisini yitirmeye başladığı bu saatlerde canlanıyor. Tarihi M.Ö. 3000'li yıllara uzanan ve etrafı derin bir hendekle çevrili Halep Kalesi, çeşitli Mezopotamya devletleri, Roma İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu, Büyük Selçuklu Devleti ve Osmanlı İmparatorluğu devirlerine tanıklık etmiş. Yüksek bir tepenin üzerine kurulan Kale'nin, Selahaddin-i Eyyubi döneminde şehrin merkezi olarak yeniden inşa edildiği ve kaleyi çevreleyen hendeğin sularında bir zamanlar timsahların yaşadığı da söylenenler arasında.
Kale'nin biraz ötesinde yer alan Halep Kapalı Çarşısı (Souq El-Medine), İstanbul'un ünlü Kapalıçarşı'sına çok benziyor. Bu büyük tarihî çarşıda da işkollarına göre ayrılmış esnaflar genel olarak baharat, el işlemeleri, halı-kilim, dokuma, giysi ve muhtelif ev eşyaları satıyor. Halep'in özelliklerinden biri de sarımtrak renkli bir taş cinsinin yapılarda kullanılması. Halep Kalesi, hanlar, hamamlar, çarşılar, camiler, medreseler de bu taşlardan yapılmış. Hatta bugün, daha varlıklı Haleplilerin evlerinin de bu taş kaplama ile yapılmaya devam ettiği görülebiliyor.
Suriye'de Müslüman nüfusun büyük bölümü Sünni; ama Alevi, Dürzi, Şii ve Yezidiler de var ve nüfusun önemli bir bölümü Araplardan başka, Kürtler ve Türkiye'den tehcir edilen Ermenilerden oluşmakta. Kültürel açıdan din ve inanç çeşitliliği gündelik hayatın içinde de rahatlıkla gözlemleniyor, mesela Halep'te de Yahudi, Ermeni ve Ortodoks Rumların yaşadığı mahalleler var. Ayrıca nüfusun çok cüzi bir yüzdesini oluştursalar da, Türkmen, Süryâni, Keldani, Nasturi, Çerkes ve Yahudi nüfusu da mevcut. Bir gece Halep'te konakladıktan sonra, ertesi gün Şam'a gitmek üzere hareket ediyoruz.
Halep ile Şam arasında kurulmuş HAMA kenti...
Yolu Antakya'dan da geçen o heybetli Asi Nehri'nin hemen kıyısında, Halep ile Şam arasında kurulmuş HAMA kenti... Yaklaşık 500 yıl boyunca Osmanlı buradaymış. Ve aradan geçen yüzyıllara inat, ahşaptan inşa edilmiş dev sudolapları bugün de bütün ihtişamıyla karşımızda. Asi Nehri üzerindeki sudolaplarından dolayı Hama'ya “Medinetü'n-Nevair (Sudolabı Şehri)” de deniyor. 13. yy. Anadolu erenlerinden olan büyük şair Yunus Emre'nin “Dertli Dolap” dizelerini Hama şehrinde, bu çarkların sesini dinlerken terennüm edip yazdığı da söylentiler arasında: “Benim adım dertli dolap/Suyum akar yalap yalap/Böyle emreylemiş Çalap/Derdim vardır inilerim…”
Hama şehrindeki kısacık duraklamamızda, kafilemizde bize rehberlik eden arkadaşımız, 1982 yılındaki kanlı olayları da hatırlatıyor hepimize. Nusayrilerin ağırlıkta olduğu Baas Hükümeti'ne muhalif olan Sünni “Müslüman Kardeşler” örgütünün Hama şehrinde başlattığı kanlı ayaklanmayı bastırmak amacıyla ordu tarafından yapılan saldırıların, nasıl korkunç bir katliama dönüştüğünü anlatıyor. Bugün Halep'te, Hama'da, Şam'da… ülkenin her yerinde Esad ailesinin fotoğrafları ve heykelleri var. Şehir merkezlerinde, resmi binaların duvarlarında, dağlarda, tepelerde, Hafız Esad'ın ya da oğul Beşar Esad'ın sözleri, fotoğrafları ve heykelleri…
Yine rehberlik eden arkadaşımız diyor ki, hırsızlık ve tecavüz vakaları dünyadaki diğer ülkelere nazaran Suriye'de son derece düşükmüş; çünkü burada hırsızlığın “çalan elin kesilmesi” gibi son derece ağır bir cezası varmış, tecavüzün cezası ise idam...
Hem Şam'ın şekeri, hem Arap'ın yüzü…
Alabildiğine uzanan tozlu yollar ve yol boyunca sıralanmış zeytin ağaçları… Yol boyunca Şam üzerine –kültür, edebiyat, siyaset, müzik, deyim ve atasözü… - ne biliyorsak paylaşmaya çalışarak Şam şehrine varıyoruz… Dimeşk (Damascus ) deniyor Şam'a ve Dimeşk'in, “iyi sulanmış yer” anlamına geldiğini de burada öğreniyoruz. Şam şehrinin Kasyon Dağı'ndan çıkan yedi ırmakla sulandığı da söyleniyor. Ve Osmanlı'dan kalan tarihi yapılar, hanlar, çarşılar…
Hicaz Demiryolu İstasyonu da bu yapılardan biri… Lise yıllarımızda tarih derslerindeki komik anekdotlardan birini hatırlıyoruz: derste hocamız 1900 tarihinde II. Abdülhamid tarafından yapımına başlanan Hicaz Demiryolu projesine dair bir anekdot anlatmıştı. O zamanki hesaplamalara göre, 30 gün süren İstanbul-Mekke yolculuğu, bu hat sayesinde 2 güne inecekmiş; fakat, bunu zihinleri bir türlü kavrayamayan ve projeye karşı çıkan cahiller şu sorup durmuşlar: “2 günde gideceğiz de, kalan 28 gün ne yapacağız?” Şaka bir yana, Bağdat Demiryolu hattının devamı niteliğindeki Hicaz Demiryolu hattı sayesinde İstanbul'dan Mekke'ye 120 saatte varılabiliyormuş. Hatta Osmanlı'nın Medine'ye varışta Hz. Muhammed defnolunduğu yerde rahatsız olmasın diye, trenin tekerleklerine bezler bağlandığı da rivayet edilenler arasında. Ve yine Sultan II. Abdülhamit tarafından yaptırılmış olan Hamidiye Çarşısı da, bundan sonra Şam dendiğinde hatırlayacağımız ve asla unutamayacağımız mekânlardan…
Otobüsün içinde meraklı bakışlarla Şam'ı süzen pek çok göz oluverdik bir anda. Daha öncede de Şam'ı ziyaret etmiş bir arkadaşımız Emeviye Camii işaret ederken bu caminin, Arap Alevileri (Nusayriler) ve Şiiler tarafından çok önemsenen bir mekân olduğunu anlatmaya başlıyor. Ne yazık ki sadece uzaktan görmekle yetindiğimiz bu caminin içinde, Yahya peygamberin başının bulunduğu bir türbe ile “Yahya Kuyusu” denen bir yer varmış. Yine cami avlusunda Hz. Hüseyin'in Kerbela'da Yezid tarafından kesilen ve Şam'a getirilen başının defnedildiği bölüm de ziyaretlere açıkmış. Anlatılanları dinledikçe, inanç kavgaları ya da din savaşları uğruna ne çok kan akmış, ne çok baş gövdesinden ayrılmış diye düşünüyoruz.
Otelimize yerleşir yerleşmez ilk hedefimiz, konser vereceğimiz kültür merkezi binası… Muhayyem semtindeki Filistin (Yermuk) Mülteci Kampı… Kardeş Türküler olarak konserimiz, mülteci kampındaki bu kültür merkezinde gerçekleşecek. Kamp sadece Filistinli mültecilerin değil, diğer ülkelerden (Irak, Ürdün, İran..) gelen mültecilerin ve Suriyelilerin de kaldığı yoksul bir mahalle niteliğinde. Otobüsten iner inmez, bir evin yan duvarına nakşedilmiş büyük bir resim akşamın alacakaranlığında da olsa dikkatimizi çekiyor hemen: Latin Amerikalı devrimci Che Guevara...
Barış, özgürlük, kardeşlik şarkıları…
Ve program başlıyor… İlk olarak, aynı kültür merkezinde çalışmalar yapan Filistinli çocuklar sahne alıyor. Ardından Filistinli müzisyenlerden oluşan El-Awde (Geri Dönüş) topluluğu konserini gerçekleştiriyor. Sıra Kardeş Türküler'e geldiğinde bizler de büyük bir heyecanla sahneye çıkıyoruz. Yıllardır seslendirdiğimiz şarkıları Şam'da, bu salonda Filistinli mültecilerle ve Şam halklarından izleyicilerle birlikte söylemenin ayrı bir anlamı var bizler için. 2008 yılında Mardinli Müzisyen Muhsin Alkan'dan derlediğimiz, Arapça bir çocuk şarkısı olan “Yuyu”yu, Filistili çocuklarla birlikte seslendiriyoruz ve sıra 1999 tarihli Doğu albümümüzdeki “Asfur” şarkısına geliyor. Filistin asıllı Lübnanlı ud ustası Marcel Khalife'in Filistin için bestelediği, sözleri Filistin'i anlatan bu şarkıyı seyircilerle hep bir ağızdan ve barış umuduyla seslendiriyoruz. Ortadoğu'da savaşların son bulması için, halkların kardeşliği için...:
Iltillu ınta min wayn alli min hudud I-ssemâ
"Sen neredensin?" diye sordum ona "Göğün sınırından" dedi
Iltillu câyi min wayn elli min beyt-Il cîrân
"Nereden geliyorsun?" dedim"Komşunun evinden" dedi
Iltillu xayef mîn elli min-afas girbân
"Kimden korkuyorsun? " dedim, "Karga kafesinden " dedi
Iltillu rîsatek wayn elli farfatha zemân
"Tüylerin nerede?" dedim, "Zaman uçurdu " dedi
Konser sonrasında organizasyonun sorumluluğunu üstlenen Halkevleri ekibi ve orada tanıştığımız dostlarımızla birlikte, “Hristiyan Mahallesi” olarak anılan bir semtteki restorana yemeğe gidiyoruz. Restorandaki müzisyenlerden Lübnan iç savaşına adanmış bir şarkı dinlemeye başlıyoruz, sohbetlere kısa bir ara veriyor herkes. Feyruz'dan dinlediğimiz “Nassam 3alayna el-hawa”…:
Nassam 3alayna el-hawa, min mafra2 el-wadi
Rüzgar üzerimize hafifçe esti, vadinin keşistiği yerden
Ya hawa dakhl el-hawa, khidny 3ala blady
Ah rüzgar, rüzgarın aşkına, beni vatanıma götür
Şu bina? Şu bina? Ya 7abiby shu bena?
Bize ne oluyor? bize ne oluyor? Ah canım bize ne oluyor?
Kinto w kenna tdallo 3enna. w eftara2na shu bena?
Siz ve biz, beraber yaşardık. Şimdi ayrıldık, bize ne oluyor?
1 Ekim Cuma sabahı erkenden Malula'ya doğru yola çıkıyoruz. Malula, Hz. İsa'nın anadili olan ve Süryaniceye de kaynaklık eden Aramice dilinin, günümüzde günlük hayatta da konuşulduğu tek yer niteliğinde. Ayrıca burada bu dilin öğretildiği okullar var, Unesco ve Vatikan'ın da desteğiyle Aramicenin filolojik eğitimi de burada yapılıyormuş. Malula'da, rahibelerin birlikte dualar-ilahiler okuyup tespih çektikleri Saint Takla Manastırı'nı da ziyaret ediyoruz. Kayaların arasından çıkan kutsal su, rahibelerin sunduğu taslarla ikram ediliyor. Şam-Humus arasında bulunan Malula'nın Hristiyanlar açısından çok büyük bir önemi var. Hz. Meryem'in Hz. İsa'yı -bazı kaynaklara göre Romalılardan, bazılarına göre Yahudilerden- kaçırdığı ve yine bazılarına göre 12, bazılarına göre 16 yaşına kadar sakladığı yer, burası.
Malula ziyaretimizin ardından, şimdiki durağımız Siddi (Seide ya da Seyyide) Zeyneb Cami. Siddi Zeybeb, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in kız kardeşi; Hz.Ali ve Hz. Fatma'nın kızı. Siddi Zeybeb'in Kerbela katliamına tanık olduğu ve tarifsiz acılar yaşadığı da anlatılanlar arasında. Kerbela olayından sonra çocuklar ve kadınlar Şam'a getirilmişler ve Siddi Zeybeb de gelenler arasındaymış. Cami, bugün Şii Müslümanların hacı olmak için ziyaret ettiği kutsal bir mekân.
Neresi sıla, neresi gurbet?...
Ve istikamet: Muhayyem… Muhayyem'in kelime anlamı “kurulmuş çadır” imiş ki, buraya bizi davet eden Filistinli (ve FHKC'li) Dr. Ömer Bey, asıl Muhayyem'in yani asıl Filistin mülteci kamp merkezinin burası olduğunun birkaç kez altını çiziyor. Muhayyem kampına girdiğimizde, ilk anda yoksulluk göze çarpıyor. Gelişigüzel dizildiği izlenimi veren briketlerle yükseltilmiş derme çatma binalar, iç içe ve boğucu bir görüntü arz etmekte. Bu çarpık binaların ve yoksulluğun arasında ilginç bir tesadüf de yaşıyoruz: bir düğün alayı... Damat ve babası bir arabanın üzerinde çevreye selam verirken, davullar eşliğindeki insanlar sloganlar ve alkışlarla gelin evine doğru gidiyor. Düğün alayı geçerken bizler de onları selamlayanların arasına katılıyoruz.
Daha sonra kamptaki FHKC merkezini ziyaret etmek üzere dar sokakların arasında ilerliyoruz. Binanın etrafında ve içinde Filistinli şair Mahmud Derviş'in, FHKC'nin kurucusu olan Dr. George Habaş'ın fotoğrafları da var. Sıcak bir misafirperverlik, ikram edilen şekerli çaylar… Ömer Bey, FHKC ve orada yaşayan Filistinli mültecilerin durumları hakkında bilgi vermeye başlıyor: FHKC, 1948'de İsrail'in kurulduğu ve büyük mülteci göçünün yaşandığı sene George Habaş'ın önderliğinde kurulmuş. Muhayyem kampında yaşayanların çoğu ise 1948'de buraya yerleşen savaş mağduru aileler. Kampın içinde Birleşmiş Miller'e bağlı iki okul, bir klinik ve bir spor merkezi var. En büyük dilekleri, özgür Filistin'e geri dönebilmek… Bunun için de, davalarını tüm dünyanın duymasını ve kendilerine destek verilmesini istiyorlar. Dr. Ömer, kampta Filistin mücadelesi içindeki farklı grupların da olduğunu; bu grupların aynı yurt özlemi ve aynı mücadele birliği içinde hareket ettiklerini anlatıyor.
Kampın içinde biraz daha gezmeye ve çocuklarla, kadınlarla sohbet etmeye başlıyoruz. Yaşanan onca acıya, kampta hâlâ devam eden zor yaşam şartlarına rağmen; insanların mağduriyetlerini dillendirmek yerine ileriye dönük umutlarını, mücadelelerine inançlarını dinlemek şaşırtıcı ve bir o kadar etkileyici. Kamptan ayrılmadan önce, duvarda karikatüre benzeyen bir resim gözümüze çarpıyor. Bu resim daha çok, yoksul giysileri içinde sırtını dönmüş ve bir kolunu havaya kaldırmış küçük bir çocuk figürü: Taş atan çocuk “Hanzala”… Barış gelmeden, Filistin özgür olmadan yüzünü hiç kimseye dönmeyecek olan çocuk Hanzala… Kırılmış ve küskün… Baskı ve şiddet ortamları, çocuklukları ellerinden alınan ve tarihe “taş atan” olarak geçen daha kaç Hanzala yaratacak düşüncesi yüreklerimizi ürpertiyor.
...
ve ant içerim ki,
bir mendil işleyeceğim yarına kadar,
gözlerine sunduğum şiirlerle süslü
ve bir tümceyle, baldan ve öpücüklerden tatlı:
"bir filistin vardı,
bir filistin gene var!”
Mahmud Derviş
Sana dün bir tepeden baktım ey aziz Şam şehri: Habil ve Kabil'in tepesi…
Akşama saatlerinde Kasyon Dağı ya da Kasyon Tepesi denen mevkideyiz… Şam şehri aşağıda ışıklar içinde parıldıyor ve şehri seyrederken Kasyon Tepesi'nin rüzgârları biz ziyaretçilerin kulaklarına çok eski bir hikâyeyi fısıldıyor: “Yeryüzündeki ilk cinayet burada işlendi, ilk kardeş kanı burada aktı. Adem'in oğlu Kâbil, kardeşi Hâbil'i bir ihtiras uğruna Kasyon Dağı'nda öldürdü. Peki kim kazandı? Hiç kimse… Çünkü kardeş kavgalarının galibi olmaz!”
Kasyon Tepesi'nden son bir kez daha Şam'a baktıktan sonra, tekrar yollara düştük Antakya konseri için ve sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Yayladağı sınır kapısından geçerek Antakya'ya geldik. Şam'da gerçekleştirdiğimiz konser etkinliğinin aynısı bu kez Antakya Açıkhava Tiyatrosu'nda gerçekleşti. Yine hep bir ağızdan, Ortadoğu barışı için söyledik şarkılarımızı. Lübnan'dan bir “dabke” şarkısı olan “Yaba Yaba Lah”te El-Awde müzisyenleri de danslarıyla bize eşlik ettiler sahnede. O anda akıllardan ve yüreklerden geçenleri özetleyebilecek en güzel dizeleri Melih Cevdet üstadımız seneler önce söylemişti zaten, bize de yeniden nakletmek düşer: O gün gelsin neşemiz tazelensin de gör, / Dünyayı hele sen bir barış olsun da gör… |